22.03.2010

15.03.2010 ve 24.03.2010 Tarihleri Arasında Yayınlanmış Aziz Nesin'e Mektuplar Dizisi

15.03.2010
Kendi kendime:
“Babam sağ olsaydı, öğretmenim her gün beni evine çocuk bakmak için göndermeye korkardı her halde!“
Diye, düşünebiliyordum ama…
Yengeye gelince, Onun da adını anımsayamıyorum. Onunla ilgili anımsayabildiklerim ise sınırlı şeyler. Ben lojmana gidince o işe yemek yapmakla başlardı. Arkasından çocuğun birkaç parça çamaşırını yıkar, evi temizlerdi. Bir gün olsun; pişen yemekten bir tabak bana ikram edip yer misin? Kızım demedi! İkram etse yer miydim? Bilemiyorum…
* Öğlen teneffüsünde arkadaşlarının defterinden geçir, anlamadığın bölüm olursa bana sor, demedi hiç Sevgili Öğretmenim!
* Bana bu haksızlığı yapan kim?
* İlkokul Öğretmenim!
* Şu andaki duygularımı merak ediyor musunuz?
* Bende bıraktığı izlerin bunlar ibaret olan, İlkokul Öğretmenimin, adını bile anımsayamıyorum…
Bunca olumsuzluğun içinde okuyabilmek için seçtiğim yolda; başarılı oldum! Sadece ayda bir kere evine gelen Gardiyan Salih Amca ile Dayıma göndermek için yazdığım mektup, gönderilmek için yazılmış olan, ilk mektup denememdi. Sanırım şöyleydi:
“Dayıcım,
Ben okumak, öğretmen olmak istiyorum. Anam buna çok kızıyor, beni peşkirle dövüyor ama hiç canımı acıtmıyor! Öğretmenimiz bize bir kâğıt okudu. Azıcık da sınavları anlattı. Alın anne babanıza da siz okuyun. Onlar imzalarsa, biz de bu evrakları, Köprü Başı Köyüne göndereceğiz. Köylerden giden kâğıtlar orada toplanacak; onlar da şehre gönderecekler. Sınavlar okullar kapandıktan sonra, yirmi Mayısta Diyarbakır'da olacak. İmzalamasalar bile, bu kâğıtları geri getireceksiniz, dedi.
Dayı ben anamdan habersiz o kâğıdı imzaladım! Öğretmenime de bunu söylemeden teslim ettim. Dayı ben çok çalışıyorum, okullar kapanınca köye gelip, beni şehre gezmeye götürüyor muşsun gibi yapar mısın? Anneme söylersek, göndermez! Babanın yapamadığını benden isteyip, durma diyor bana! Dayı noolur…
Çok istiyorum…
Ellerinden öperim, yengeme de sakın söyleme, kimse bilmesin!“
Demiştim mektubumda.
Dayım mektubu alınca çok gülmüş ama benim dediğim gibi yapmıştı her şeyi. Sonra da köye beraber dönmüştük. Ben şehirde en çok elektriği yakıp, ders çalışmayı sevdim. Işığına dik dik bakınca gözlerim kamaşıyor, her taraf kapkaranlık oluyordu sanki. Dayım:
- Gözün bozulur bak! Öyle bakılmaz ki! Diyordu her seferinde…
Beni köye götürürken:
- Ben okula gider sınav sonuçlarını takip ederim. Müdür Beyle konuştum, sonuçları camlara asarız, gelin bakın dedi.
O günlerde köye gelmezsem, kazanamamışsın demek olur. Kazandıysan, gelir sana müjdeyi veririm, ablamla da konuşur, izni alırım ben; sen orasını hiç merak etme demişti.
O ne uzun bir süreçti; kendi kendime:
“Dayım gelecek mi? Gelmeyecek mi acaba? “
Sorusunu kaç kere sormuşumdur kim bilir!
Her gün kaç papatyanın yapraklarını; gelecek, gelmeyecek, gelecek, gelmeyecek diyerek yolup atmışımdır…
Olmuş bitmiş gibi bakamayıp; gene kimseyle paylaşamadım. Korkum, annem iki senedir canımı hiç acıtmadan, peşkirle işi götürdü. Ya onu dinlemediğim için çok kızar da eline peşkir yerine, fırın küreğini alırsa! Ne yapabilirim ki? Diye düşündüğümde korkuyor, papatyaları yolmaya, devam ediyordum…
Devamı yarın, saygılarımla, hoşça kalın…
http://www.kadriyecosar.blogspot.com

16.03.2010
Dayım köye geldi! Başka acil bir işi olsa bile ben, Dayımın gelişini hemen kendi beklentime yorup; Dayım geldi, Dayım geldi hoş geldi! Deyip yerimde zıplayıp durdum. Dayımın göbeği su topu gibi güldükçe hop hop hopluyordu. Bizimkiler benim bu davranışıma bir anlam veremiyor; Dayım da hemen konuyu açmak istemiyor. Gülerken beni kucaklayıp, kulağıma:
- Şşşşştt sabret, akşam yemekte söyleyeceğiz! Dedi…
Ben artık papatya da yolamıyorum. Çünkü Dayım, geldi! İçim içime sığmıyor, sevincimi akşama kadar sessizce yaşamak, çok zor gelmişti bana, oysa bağırmak geliyordu içimden, herkes duysun istiyordum. Ama sadece susarak sevincimi yaşıyordum…
Hayal kurmak istedim, beceremedim, kazandığım ve gideceğim Yatılı Mardin Kız İlk Öğretmen Okulu hakkında gözümün önüne hiçbir şey getiremedim. Orada nerede yatacağımı düşündüm; yatılı okul denildiğine göre orada yatacaktım ama nasıl? Okulumuz ne kadar büyüklükte acaba? Dedim. Bizim evi, üst komşumuz Gardiyan Salih Amcaların evini, alt komşumuz Yaşar'ların evini kafamda birleştirip, bu kadar büyük olabilir mi ki? Diye düşündüm. Bana çok büyük bir alanmış geldi, bu üç köy evi ve bahçesinin kapladığı alan!
“O kadar büyük olamaz, dedim!“
Annem şehirden erkek kardeşi gelmiş diye sevinmişti:
- Çık çık gel işte böyle! Çoluk çocuğu da al gelirken.
Bazen şu köyde, işimin bir ucundan tutacak, gözüm kapalı güvenebileceğim, işimin ucundan tutacak işe yarar bir akrabam yok! Sen bana gayret kuvvet, sabır ver Yarabbim diyorum! Çok zor oluyor çok, diye dert yanıyordu dayıma.
Avludaki fırına çalı çırpı sürüp, yakıyor. Hemen önüne kurduğu düzende hamur tutup, kardeşinin şerefine harıl harıl “dızmana“ yapıyordu.
Bulgaristan Göçmeni olan aile büyüklerim, çok güzel hamur işleri yapıyordu. Mandalarımız vardı, manda sütü ve kaymağıyla yapılan, börekler, çörekler, dızmana ve kırmaları çok lezzetli oluyordu. Gözleme ve bazlamalarını da unutamıyorum. Ben ilkokuldan sonra köyden ayrıldığım için evimden, bunları yapmayı öğrenemedim. Bunlar benim için ciddi bir kayıptır! Kırmalar, dızmanalar fırından çıktığında ortalığı mis gibi kokular kaplamıştı. Annem sofrayı kurmadan iki tabak hazırladı, pişenlerden alt ve üst komşuya gönderdi:
- Mis gibi kokmuştur; hadi bir koşuda ver de gel dedi.
Koşarak gittim:
- Dayım geldi, Dayım! Dedim.
Devamını getiremedim, oysa söylemek istediğim bu değildi ki! Dayımın asıl geliş nedeniydi ama…
Tabaklarını verip, koşarak geldim eve! Yer sofrası kurulmuş; koca bir tencere dolusu manda sütünün yoğurdundan ayran yapılmış, birkaç küçük tabağa karpuz pekmezi koyulmuştu. Bizimkiler o yörede karpuz çok olduğu için karpuz pekmezi de yaparlardı. O da çok güzel olurdu! Pekmezle iyi giden, kaymak da vardı sofrada.
Dayım sohbet edip, durdu. Sonunda asıl olayı anlatmaya başladığında; ortalık buz kesti! Annem daldı gitti. Ablamlar ise şaşırdı:
- Masal gibi bir şey, dedi iki ablam. Annem:
- Koca adamsın; buncaz çocuğun lafıyla mı yaptın bunları Yasin? Yazık günah değil mi? Olmayacak yere, sabiiyi umutlandırmak doğru mu? Dedi. Dayım:
- Oldu bitti abla! Kız kazandı okulu diyorum sana, anlamıyor olamazsın! Diyordu…
- Onu anladım da, ben korkuyorum Yasin! Kız başına nereye, nasıl gönderirim? Yapmasan iyiyimiş, olmuş bir kere! Dedikten sonra bana da:
- Bak, sana da bunun üzerine al, bir bardak soğuk su iç demiyorum! En büyük bardağa ayran koyup veriyorum; ayran soğuk suya göre daha iyidir, bu kıyağımı da unutma deyip, ayranımı verirken elime! Olmaz çocum, olmaazz…
Kapat bu sayfayı, unut bunları! Diyordu…
Ben sustum, savunma Dayıma ait bir sorumluluktu! O gece, hep aynı şeyleri anlatıp, durduk:
- Sınavı kazanmış bir çocuğun, hakkı yenmez abla! Şimdi küçük ama büyüyünce, bu kız bunun hesabını sana sorup durur! Bu sayfayı kapat demek olmaazzz! Bundan sonrası bana ait, sen hiçbir şey yapmayacaksın. Sağlık kontrollerini yaptırır, raporunu alır, okuluna kadar götürüp, yerleştiririm! Sende biraz cep harçlığı yollarsın. Kitabını, formasını, ayakkabısını Devlet verecek! Orda yiyip içip, yatacak zaten! Korkulacak hiçbir şey yok! Okul dersen koca bir ovanın içinde, şehirden uzakta! İyi olacak iyi, derken Dayım! Ablam:
- Dayı, bize neden yapmadın? Bu iyiliği dedi!
- O zaman baban sağdı kızım! Bana laf düşmezdi, karışmam doğru olmazdı dedi.
Sevinmiş gibi yapıyorlardı ama kendi adlarına da üzüldükleri çok belli oluyordu!
Devamı yarın, saygılarımla, hoşça kalın!
www.kadriyecosar.blogspot.com


17.03.2010
Ondan sonrası Dayımın dediği gibi oldu. Okula giderken annemim, ablalarımın elini öptüm. Küçük kardeşime sarıldığımda gözlerim doldu. Abim ortaokulda okuyordu. O erkek ya! Ya okuyacak, ya okuyacaktı! Annem öyle diyordu! Sınıfta kaldığında da hiç kızmıyor:
- Olsun olsun, çift dikiş her zaman daha sağlam olur, derdi.
Okula gittik, gördüklerim karşısında şaşırdım! Alt ve üst komşunun evlerini, bizim evin olduğu yere katıp; sonra da yok canım, bu kadar da büyük okul olmaz ki! Demiştim yaa…
Hayalini kuramadığım büyüklük karşısında, şok oldum! Bütün köyün evlerini yan yana koysak, yetmeyecekmiş meğerse! Her evin kendi tüketimi için yapılan, sebze bahçelerini de aynı alana katmak gerekecekmiş…
Hayalini bile kuramadığım okuluma alışma süresi zor oldu. Kısa tatillerde eve gitmiyordum. Kurallara uyarak, derslerime çok çalıştım! Hep takdir ve teşekkür alarak geçtim sınıflarımı…
Her biri bana ve yaşantıma çok yakın, hatta daha zor koşullardan gelen arkadaşlarım vardı. Önce çok sevdim okulumu, zamanla hasretlik dayanılmaz oldu! Bu günkü gibi telefon, MSN, yoktu…
Annem aynı yıl içinde köyden şehre taşındı…
Çocuk Bakım Yuvasında çalışmaya başladı…
Okulda, Bulgaristan göçmeni olduğum için şivemi, Edebiyat Öğretmenim çok beğeniyordu…
Yıllarca anma ve kutlama günlerinde hep sorumluluk verirdi bana. İlk okumamda yanıma gelip, başımı okşayıp “madenim benim“ demişti! Ben önce hiçbir şey anlayamadım. Sonra her programda ağırlıklı konuşmalar hep bana verildi. Okulumuz Mardin'de! Genellikle çevre il ve ilçelerden kızlar geliyordu bu okula. Zaman içinde bu ayrıcalığın düzgün şivemden, kaynaklandığını anladım.
Hiç birisini ailemle paylaşamadım…
Ama resimlerini gösterip, okullu olmanın ayrıcalığını, güzelliğini hep anlatmaya çalıştım…
Hiç mektup yazma alışkanlığı edinmemişti hiç birisi…
Oysa tek haberleşme aracımız oydu; benim mektup takıntımın asıl sebebi bu olabilir…
Annemin şehre göçünce işleri, yaşam zorluğu, daha bir artmıştı…
Bunca sıkıntısının arasına girip, bana bir mektup yazmıyorsun diyemedim…
Ablamlar ilkokuldayken onlarla beraber öğrenmişti, annem okumayı yazmayı…
Sekiz yaşındaymış 1938 de Bulgaristan'dan, kaçak gemilere binerek, her türlü mal maşat, tarla taka, her neleri varsa; arkalarında bırakarak…
Anne babasının, hadi dediği yere gitmek için çıktıklarında yola…
Orada okula gidiyormuş, Bulgarcayı da sökmüşmüş, ama uzun ve yorucu yolculukların anlamının ayırtına varamamış; kaçak bindikleri gemideki uzun yolculuğun anlamını, O da benim gibi yıllar sonra anlayabilmiş…
Ayırtına varıp, unutamadıklarını, paylaşıyordu bizimle. Bulgaristan'daki İlkokulun duvarlarına. Türk Çocuğuyla, Bulgar Çocuklarının resimlerini yan yana asarlarmış ama Bulgar Çocuğunun elinde kitap, ekmek olurmuş. Türk Çocuklarını daha zavallı, bana anlatılmasına rağmen, şimdi ifade edemeyip, paylaşamayacağım şekilde, ahlak yoksunu olan şekilde; bunların aklı işte böyle hep, buna çalışır. İfadesi veren resimlerini asarlarmış, okulun duvarlarına!
Ülkeler aşıp Türkiye'ye geldiklerinde…
Gösterilen yerlerde geçici süreler barınmışlar…
Sonra kendilerine gösterilen boş alana, kerpiçten evler ve her birisine ayrılarak verilen bahçelerle, yaşamlarına devam etmişler…
Diyarbakır'ın Merkez Köyü Tavuklu'dan bahsediyorum…
Hasan Cemal, “Kürtler“ isimli kitabında, bahsetmişti köyümüzden…
Köyümüzün yerleşim yerinin tarihçesini de ben kendilerinin bu kitabından öğrenmiştim…
Okulum bitmişti, son senemizin son günlerinde karar aldık…
Belki uzun yıllar birbirimizi göremeyecektik…
Malatya ve Elazığ'a gidecek olan arkadaşımız; Hasret ile Fatma Keleş benimle, bizim eve gelecekti…
Diyarbakır'da oturan diğer arkadaşlara da gelenler olacaktı…
Sonra hep beraber Diyarbakır'da buluşup; hep birlikte gezip eğlenecek öyle ayrılacaktık, birbirimizden…
Ben arkadaşlarımla eve geldim ama küçük kardeşimi evde yalnız bulmuştum…
Bizi gördüğüne sevinemedi yavrum…
Devamı yarın, saygılarımla, hoşça kalın…
http://www.kadriyecosar.blogspot.com


18.03.2010
Annemin hastanede yattığını söyledi…
Hep beraber hastaneye gitmiştik…
Guruba katıldım ama…
Benim için hayal ettiğimiz gibi olmamıştı…
“Annem bu kışın çoğunu, hastanede yatarak geçirdi abla…
Üzülmesin diye senden sakladık, demişti“ kardeşim…
O, babam öldüğünde yedi aylıktı…
Annem öldüğünde ise ortaokul ikinci sınıfa geçmişti…
Arkadaşlara katıldım ama içim kan ağlıyordu…
Her birini uğurladık memleketlerine, aynen dediğimiz gibi oldu…
Birbirimizi bir daha göremedik…
On sekizinden gün almadığım için atamam yapılmayacaktı…
Dayıma bir kez daha iş düştü…
Mahkemede yaşımı büyütecekti…
Çıktık hâkim karşısına…
Dayım başladı:
- Hakim Bey; ben çok iyi hatırlıyorum, bunların sarı kızları vardı…
Sarı kızın yavrusu olmuştu da ablam da bu kıza hamileydi…
Ablam da üç gün sonra doğum yapınca, sarı kızla yavrusuna, benim Hanım bakmıştı…
Ben duyduklarıma hiçbir anlam veremiyorum…
Hâkime hayret ediyorum; bu hikâyeyi niye dinliyor ki diye…
Hâkim hem dinledi, hem de elindeki evraklara bakıp durdu…
Benim yaşımın büyütülmesini istediğimiz tarihte; Dayım o anda farkında değil, abim henüz beş aylık oluyormuş…
- Bitti mi yalanların! Dedi Hâkim Bey. Dayım:
- Ne yalanı Beyim? Sarı kızdan biliyorum ben! Babası zamanında küçük yazdırmış; aynen dediğim gibi dedi…
- Kaç çocuğun var senin?
- Dört Hakim Bey!
- Bu hanım kız neyin oluyor?
- Ablamın kızı Hakim Bey!
- Evlendirecek misiniz? Bu çocuğu…
- Daha çok küçük Hakim Bey! Yok, öyle bir niyetimiz!
- Yaşınla zorunuz ne o zaman? Yalan söyleme bak; yalancı şahitlikten içeri alırım seni, hiç gözünün yaşına bakmam! Dedi.
Dayım diretti! Hâkim Bey:
- Senin Hanımın çocuklarınızı kaç ayda doğurdu?
Hatırlıyor musun? Dedi.
- Dokuz, dedi Dayım!
- Eminsin yani!
- Tabii efendim!
- Eee bu nasıl hesap be kardeşim? Senin ablanın kucağında beş aylık yeni doğmuş bir oğlan çocuğu varken; senin dediğin tarihte, bu kızı nasıl doğurdu o zaman? Asıl ilginç olan bu! Bunlar beşkardeş elimdeki nüfus kayıt örneğine göre bu kızın yaşını büyütüp senin dediğin tarihe alsak; abisi beş aylıkken bu kız doğmuş olacak Bey! Yalan söyleme, otur otur yakmayayım senin başını şimdi! Dedi.
Dayım hala savunma yapma gayreti içinde:
- Rahmetli babalarının hatası Hâkim Bey! Deyince…
Hâkim dayımı bırakıp, bana döndü:
- Korkma kızım, kim bu damat adayı? Senin rızan var mı? O kaç yaşında? Dedi.
- Yok öyle biri, dememe kalmadan…
Hâkim Beyin sabrı bitmek üzereydi ki susmayıp, cümlemi tamamladım.
Ben öğretmen okulunu yeni bitirdim. Devlet Memuru olabilmem için on sekizinden gün almam lazımmış! Dayım da altı ay değil de niye beni, birden o kadar büyütmeye kalktı; ben de anlayamadım…
Derken ben, Hâkim bey beni dinlemiyordu, bile…
- Şunu en başından söyleyip; “Kaza-i Rüşt“ için geldik; deseniz de bana da öküz altında, buzağı aratmasanız yaa!
Derken bize çok kızdığı her halinden, belli oluyordu…
Hemen gerekli evrakları hazırlatıp, bize verirken:
- Sen kendin çocuksun! Allah senin öğrencilerinin yardımcısı olsun. Ne diyeyim ben şimdi! Elinde diploman var, hem de başarılısın maşallah! Git altı ay bekle, büyü de git desem; ne değişecek? Tayin zamanları geçmiş olduğundan, belki bir altı ay daha seni bekletecekler! Baban da yokmuş bak, kendine çok dikkat et kızım! Sana başarılar diliyorum, dedi…
Devamı yarın, saygılarımla, hoşça kalın…
http://www.kadriyecosar.blogspot.com

19.03.2010
Dayım yolda bana:
- Benim hesabım kuvvetlidir ama Mehmedi ben nasıl unuttum! Doğru ya! Sizin aranızda o kadar çok yaş farkı yok ki!
Derken yaşananlardan dolayı utanmıştı, sanki biraz…
Aldık demi bu kâğıdı! Önemli olan bu, gel hemen bunu Milli Eğitime götürüp, yol yöntem sorup, öğrenelim! Ne gerekirse hemen yapalım! Evdekilere de anlatırken; boş ver Mehmed'i, hiç karıştırma sen! Ben zaten bu gün fazlasıyla karıştırdım, kızım demişti…
Kendisine çok şey borçluydum! Küçücük bir isteğine saygı duyup, yıllarca sakladım. Karizma adamdı dayım! Köylülerin şehirdeki her türlü işi ondan sorulur, ona danışılırdı…
Vardır bir bildiği deyip, karışan doğum hesabını tıpkı Dayımın istediği gibi mahkeme olaylarını anlatmak zorunda kaldığımda.
İnce detaylara yıllarca hiç girmedim. O karışıklığı sohbete hiç karıştırmadım. Dayım öyle tembihlemişti yaa:
- Boş ver Mehmed'i! Hiç karıştırma sen! Demişti yaaa…
Sayın NESİN! Mektuplarımı yazarken çok heyecanlanıyorum. Aylardan beri bugün ilk defa 06.30 da uyandım. Dinç kalmak için kendimi zorlayıp, tekrar uyumayı denemedim, olmadı. Yatağımın önüne çektiğim ütü masamda, yazılarıma kaldığım yerden devam ettim. Gün boyu en çok yapmak istediğim iş de yazmak oldu. Şu an saat 01.55 olmuş. Uykumu açmak için bir saat öncesi kendime taze çay da yapmıştım ama bitiremedim. Gözlerim dayansa, uykuyla sorunum olmayacak ama teknolojinin yeniliklerine uzun süre hep uzaktan bakınca; alışması zaman alıyor…
Bilgisayar aldığımdan kısa bir süre sonra, hele de size! Tamamen gerçek olan yaşanmışlıklardan yola çıkarak; bu kadar uzun mektup yazma fikri, emeklilikte kolay olacak bir uğraş değilmiş aslında ama ben çok sevdim.
Zorlu mücadelemin sonunda öğretmen olmuştum. Bir süre depo tayinimden sonra ilk görev yerim, Bergama'nın Kozak Yaylasında, küçücük bir dağ köyüydü. İlk 23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramımıza, uzun süre emek vererek, hazırlandık. Ben de Onuncu Yıl Marşımızı ezberleyip, şiir gibi okumuştum. Şiirimi bitirip, köy meydanında toplanmış olan izleyicilerimizi selamlarken; Kaza-i Rüşt kararı aldığımız Hâkim Beyi, anımsadım:
“Kendin çocuksun daha ya! …“
İle başlayan sözü geldi aklıma, köylüleri selamlarken, kendimi çocuk gibi hissetmiştim o anda. Ama alkış görülmeye değerdi.
Sağ olsun, Edebiyat Öğretmenim Ziya Bey, beni okulda sahnelerin kızı yapmıştı. Oradan kalan bir alışkanlık olabilirdi bu.
Bayramdan sonra: “Çocuktan al haberi“
Misali öğrencilerim:
- Örtmenim; var ya…
Annemler, ninemler, babamlar şeklindeki öznelerle başlayan cümlelerle; evde duyduklarını, bana iletmeye çalışıyorlardı:
- Çocuk mocuk dedik emme, helal olsun! Hiç şaşırmadan, o kadar uzun şiiri, nasıl da güzel okudu, deyolaar…
Haberini öğrencilerimden dinlerken, o anda içimden geçen cümlelerle; gülmemek için kendimi zor tutuyordum. Sonunda niye güldüğümü öğrencilerim anlamayacağını düşünerek, daha fazla tutamamıştım kendimi…
“Kolay mı? Hele bir şaşır! Onuncu Yıl Marşımızı, ezbere bilmeyen köylü mü var?“
Şeklinde oluşup, aklıma gelen sessiz düşüncelerime, kendimi gülmekten alamamıştım…
Öğretmenin vurduğu yerde gül biter, benzetmesini oldum olası saçma bulmuştum! Çocukların her biri birer gülmüş gibi geliyordu, zaten bana. Onlara karşı sorumluluğumu da hiç dört duvar içinde kalan; 09.00 la 15.30 saatleri arasında sınırlandıramadım. İki kızım oldu, onlara da hiç şiddet uygulayamadım! Üniversiteye gidememiş olmanın hep eksikliğini duyanlardandım! Büyük kızımın, ilkokul birinci sınıfa başladığı yılda; bende AÖF-İş İdaresi Bölümünde, Lisans Eğitimi Birinci sınıf öğrencisiydim! İlçede oturup, köyde çalıştığım, yıllarda! Zor olmuştu ama okulu da dört yılda bitirebilmiştim. Özellikle lisans eğitimimden sonra, öğrencilerime karşı daha duyarlı, daha anlayışlı bir yaklaşım içinde olduğumu fark ettim. Öğrenmenin yaşı olmaz diyenler, çok doğru söylemişler.
Ancak Bakanlığım, bu bölümdeki eğitimimi mesleğimin gereği saymadığından; yeni öğrenim durumuma göre, intibakımı yaptırma başvuruma; olumsuz yanıt verip yapmamıştı. Bu özlük hakkımı alabilmek için yasal hakkımı kullanıp, altı yıl hukuksal mücadelemi sürdürmüştüm. Bunun derinliklerine girersem üç beş sayfa yetmez! Dört yıl öğrenim, bu emeğin karşılığı olan, intibak hakkımı alamamak olunca, bakanlığımla aramızda devam eden altı yıllık hukuk sürecinde yaşadıklarım...
Tam da SİZ' likti! Sayın Nesin tam sizlik bir mücadele…
Biz konular birbirine karışınca hep öyle diyoruz! Tam da Aziz NESİN'lik bir durum bu…
Devamı yarın, saygılarımla, hoşça kalın…
http://www.kadriyecosar.blogspot.com

20.03.2010
İki kardeşin arasında dört yaş fark vardı. Bir zaman sonra birbirlerine arkadaşlık ederken, çatışmaları, tartışmaları oluyordu. Sabırla yaklaşma kararlığımdan nasıl oldu bilemiyorum, uzaklaşıverdim bir anda hiç anlayamadan bir gün. Eve aldığımız orgla bir şeyler çalmaya çalışan kızlarım o gün sıkça tartıştılar, ben de aynı sıklıkta onları uyarmak zorunda kaldım. Aralarında ne geçtiğini anlamaya çalışmadan; küçük kızımın ani çığlığının arkasından gelen feryat figandan sonra, hemen yanlarına koşup, ne olduğun anlama, öğrenme, onları sakinleştirmem gerektiği yerde. Ben ani bir kararla:
- İşimin olduğunu biliyor, görüyorsun! Bir kardeşini idare edip oyalayamıyorsun, derken. Ani bir şekilde iradem dışında, büyük kızımın yanağına bir tokat yapıştırdım!
En az çocuklar kadar ben de şok olmuştum, bu istem dışı tokat karşısında! İkinci bir hamlede bulunup, durumu eşitlemeye çalışırcasına; bir tokat da küçük kızımın yanağına indirdim. İkisinin de tokadı yemiş olması, onların da kısa sürede toparlanmasında yardımcı oldu sanki! Ben tokat faslından sonra işimin başına döndüm, devam ediyordum ki! İkisi birden gelip, benden özür dilediler! Özrü onlar hak ediyordu, galiba ama ben de onların doğrusuna uymayı daha makul bulmuştum o anda! İçinde bulunduğum suçluluk duygusundan arınmama ilaç gibi geldi.
Nasıl öyle hiç başvurmadığım yöntemin uygulayıcısı konumuna geldim ki diye sorular soruyordum kendi kendime; bunu çocuklarla nasıl konuşsam ki? Özür dilemeliyim; diyordum oysa! Onlar benden daha hızlı çıktı, ben de hiiiçç bozuntuya vermedim, hatta hoşuma gitti… Yirmi yıldır zaman zaman anımsayıp, gülerek anlatırlar hala, dayak konusunda anımsanacak başka yol kazamız olmadı çünkü! Bir öğretmen olarak bunun nesiyle gurur duyuyor da benimle paylaşıyorsun ki! Derseniz eğer, size:
- Öğrencisini ve kendi çocuklarını hatta eşini; döven o kadar çok meslektaşımla karşılaştım ki!
Şeklinde kısa bir yanıtla bu duruma açıklık getirebilirim herhalde…
İlk görev yerimde okulun bahçesinde iki tane lojman vardı ancak ikisi de doluydu. İlk birkaç gün Köy Muhtarı, evinde kalmama ısrar etti. Sonra bana köy içinden, bir nineyle kalabileceğim bir ev arayışına girdi. Okul Müdürümüz bu fikri doğru bulmayıp; okul bahçesi içindeki beslenme odasını temizleterek, orada kalmamın daha doğru olacağını söyledi. Muhtara göre orada kalınmazmış…
Ferit Bey'e göre ise kendilerine yakın olmam daha iyi olurmuş…
Beslenme odası, okul binasının altındaki bodrumu gibiydi. Demir bir kapısı, tavana yakın iki küçük penceresi olan, girişinde bir mutfak tezgâhı ve bir odadan oluşan, küçük bir yer! Okul Müdürümüzün önerisine sıcak bakmayı, doğru buldum. Birkaç seneden beri burada çalışan bir büyüğüm ve sonuçta Müdürümüz! Köyü benden daha iyi tanıdığı kesin. Olası bir terslikte konuşabileceğim en yakın kişi olmalı diye düşündüm.
Metre karesi pek önemli bir unsur sayılmazdı. Kendisi küçüktü ama küçük de bir sorunu vardı! İçinde tuvalet ve banyosu olmayan bir mekândı! Gündüzleri okulun genel tuvaletlerini kullanmak, sorun olmuyordu da…
Şu “defi hacet“ denen şeyin! İstenmeyen zamanlarda, gelmez inşallah diye düşündükçe, aksi gibi ters orantıyla çalışır bir hali vardır ya…
O çok büyük sorun olmaya başlamıştı! Yatağımda sağa sola dönmek işe yaramayınca, odamda volta atmaya başlardım. Gözüm hep tavana yakın, o iki küçük pencerede! Böylesi terslikleri yaşadığımda; günün aydınlanmaya başlamasını, dört gözle beklemeye başlardım…
Demir kapıyı açtığımda, dönümlerce çam ağacıyla karşılaşmış olurdum, hiç ev yok. Lojmanlar da tam aksi yönde kalıyordu. Ben kesinlikle o saatte, o kapıyı açıp, gitmem gereken yere gidemezdim! Bu uykusuzluk hali gündüzleri de kendimi yorgun hissetmeme neden oluyordu! Bunu kimseyle paylaşamıyordum. Ters zamanda çalışmaya başlayan bu boşaltım sistemindeki arıza, bana göre tamamen psikolojikti. Amaaann psikolojik bir durum bu! Aldırmaaa boş ver geçer, yaklaşımının hiç faydası olmuyordu ki! Baktım olacak gibi değil…
Devamı haftaya, saygılarımla, hoşça kalın…
http://www.kadriyecosar.blogspot.com


22.03.2010
Bergama'ya ilk gittiğim alışveriş günümde, çözüme ulaşmıştım!
Kısa bir süre sonra öğretmenlerimizden birinin tayini çıkınca, boşalan lojmana geçme hakkım doğmuştu. O yıl sene sonunu getirememişken biz henüz, bir telgraf aldım ağabeyimden.
“annem çok hasta, gelsen iyi olur“ yazıyordu!
Köyde telefon yok. Telgrafı İlçe Milli Eğitim Müdürüne götürüp, gösterdim. Bana üç gün izin verdi. İzmir, Diyarbakır arası otobüsle 24 saatten uzun süren bir yolculuk gerektiriyor. Gidişte ısrarla biletimi alacağım arabanın, aktarmasız olması gerektiğini söyledim, durdum:
- Tamam abla, denildi.
Çok uzun olmanın ötesinde, çok zor bir yolculuktu. Yüzümü pencereden yana çevirip, tutamadığım gözyaşlarımı, saklamamın bir faydası olmuyordu! Bir ara içim geçer gibi olmuş. Sanki şoför:
- Cümleten geçmiş olsun.
Dedi gibi geldi bana. Yarı uyanık bir haldeymişim ki konuşmaları duyup, çevreme bakındım. Herkes çantasını, çoluğunu çocuğunu alıp, inmek için hazırlanıyor. Çantamı omzuma takıp, bagaja verme gereği bile duymadığım küçük valizimi alıp, indim. Otobüs çok mu hızlı geldi ki? Henüz ortalık karanlık derken, çevremdeki her şeyin bana çok yabancı geldiğini fark ettim. Yazıhaneye gidince durum anlaşıldı. Biz henüz Adana'dayız, Diyarbakır yolcuları beklesin, üç saat sonraki otobüsle gideceksiniz, dediklerinde…
Hiiiççç kendimi tutmak için kasmadım! İçimden geldiği gibi yazıhanedeki görevlilere olabildiğince, en yüksek sesimle bağırdım, hakaret ettim! Zamanın benim için çok önemli olduğunu defalarca söyleyip, aktarmalı sefer olmasın, lütfen demiştim oysa! Her tekrarımda gene:
- Tamam abla dediler…
Üç saaatt, zaman geçmek bilmiyordu…
Yazıhane, Mayıs ayı olmasına rağmen bana çok soğuk gelmişti…
Üşüdüm…
Ağladım…
Bacım! Bir çaresi yoktur artık, yeter ağlama dediler…
Hiç cevap verme gereği duymadım…
İzmir'de yapılan yanlışlığa, diyemeyeceğim…
Atılan kazığa…
Adana'daki vatandaş da çok üzüldü…
Veya bana öyle geldi…
Gözüm kapalı ama su gibi akan gözyaşlarımı silmekten burnum acımaya başlayınca; silmez oldum…
Yazıhanedeki vatandaş, yanıma gelip:
- Bacım! Senin paranı geri versek! Ağlamazssıııın? Dedi...
Hiç gözümü açmadım…
Gözyaşımı da zaten tutmaya, çalışmadım…
Zor da olsa zaman geçmişti, gelen otobüsle Diyarbakır'a inmiştik…
Otuz saattir ağzıma bir lokma koyamamıştım…
Çay ve sigara dışında…
Ortalık aydınlıktı da benim kafamın içi kapkaranlıktı…
Şaşkın şaşkın bakındım çevreme…
Yanlış arabalara binip, yanlış yerlere gittiğimin farkındaydım da…
Yanlıştan öteye, doğru tercihleri yapamıyordum…
Gördüğüm çay ocağına gidip, demli bir çay, dedim…
Oturduğum yerde sakin kafayla, yön kavramımı toparlamaya çalıştım…
Ocaktaki görevliye teyit ettirmeden de ilk aklıma geleni, yapmaktan korktum…
- Tamam! Doğru abla, dedi…
Eve gittim, kapı kapalıydı…
Bu bir kâbus mu? Diyordum ki…
Ev sahibimiz, beni görüp koştu geldi yanıma…
-Anneni merdivenlerden çıkaramayız diye, dayınlara götürdüler, kızım dedi…
Dayımların eviyle, üç sokak vardı aramızda…
- Hanım Abla, üç sokak aşağı mıydı? Yoksa yukarıya mı? Gidecektim!
Deyişimden, korktu! Hanım Abla…
- Yavruumm, sen ne diyseeenn? Aha dayınların evi diyeeemm!
Elinin işaretinden toparlayıp kendimi; tamam, tamam deyip üç sokak üstümüzde bulunan yöne gidiyordum da…
Adım atacak halim kalmamıştı…
Son sokağa dönmeden, durdum, bekledim!
Neyle karşılaşacağımı bilemiyordum…
Heyecan…
Merak…
Korku…
Yorgunluk…
Halsizlik…
Hepsi karmakarışık olmuştu…
Devamı yarın, saygılarımla, hoşça kalın…
http://www.kadriyecosar.blogspot.com

23.03.2010
Sokağa döndüğümde, kalabalık bir insan gurubu yılan gibi kıvrılarak yürüyordu, en baştakiler dayımların bahçe kapısından içeriye giriyordu…
Arkadaki grup onların peşinden geliyor, aynı kapıdan içeri giriyorlardı…
Benim de aynı kapıdan içeriye girmemden başka alternatifim, kalmamıştı…
Aralarına karışıp, kendimi bir odaya atmak istedim…
Gözyaşım yolda kurumuştu sanki…
Hepsi sırayla sarılıp, teselli etmeye çalıştı…
Dört kardeşim de oradaydı…
Tek kelime edemedim…
Bir tek gözyaşı damlası akıtamadım…
Gözleri açıktı…
Senin resmini bulduk…
Göğsüne koyunca, kapandı gözleri dendi…
Benim için; kolay mı? Kim bilir kaç saattir yoldaydı? Şok geçiriyor, çocukcağız! Diyenler oldu…
Konuşamayışımın…
Ağlayamayışımın…
Anlaşılmasını beklemiyordum, kimseden…
Zaten, ben bile anlayamıyordum…
Dimdik durup, metin görünmeye çalışan, bir halim vardı…
Sanki sırasıymış gibi metin görünmenin…
Zaten üç günlük izinim vardı…
Aynı yolu, daha sakin döndüm…
Lojmandan adımımı atınca…
Canımın istediği kadar, bağırdım…
Bağırdım…
Ağladım…
Ağladım…
Ağladım…
Köylülerin müdahalesi, hiç işe yaramadı…
Taa ki olduğum yerde, sızıp kalasıya kadar…
Çok kısa bir süre sonra okullar kapandı, tekrar gittim…
Abim, kardeşim, ben…
Yaz tatilini beraber geçirdik…
O yıl ortaokul ikinci sınıfa geçen kardeşimin kaydını sildirip…
Birlikte döndük…
Öğretmenlik yaptığım Köyüme, yakın olan Nahiyede, okumasına karar vermiştik…
Onun en çok değiştirdiği şey, okulu olmuştu…
İlkokul diplomasını, beşinci okulundan almıştı…
İki ay sonra ben burada okumam diye tutturdu…
Dediği gibi de yapıp, değiştirdi okulunu…
Ben on yedi! O, on ikisindeydi…
Birbirimize destek olup, devam ettik yola…
Yolun, çok keskin virajları vardı…
Bazı yol kazaları yaşadık…
Ben ablalıkla, anneliği birbirine karıştırınca…
İkisini de elime, yüzüme bulaştırınca…
Bazen tartışmasını da bilemezdik, kavgaya dönüşürdü, on iki ve on yedisindeki iki kardeşin, birlikte çözüm getirmesi gereken durumlarda…
Bir gün yolda:
- Son on gün öğlenleri lokantaya gitme. Evde hazırlayacağımız, sandoviçi götür yanında. Aybaşına zaten on gün var, okulun açılışındaki kırtasiye, kıyafet, kitap masrafından olsa gerek; hesabı tutturamadık, bak! Sonra gene istediğin gibi olsun, deyip. Karşılıklı konuşarak, lojmana doğru, yürüyorduk. Ben o anda, Ondan tartışmasız:
- Tamam!
Demesini bekliyormuşum. O da bir şeylere isyan etmek istiyormuş; demek ki! Ben de onu anlayamıyormuş…
- Ben, sandoviç falan götürmem, dedi!
Bu çocukla tartışmak niye? Daha akılcı bir yaklaşım, gösteremiyormuşum, ben de demek ki! Eve geldik, köylü vatandaşın biri, bahçesinden bir sepet sebze toplayıp, getirmiş bize. Zile cevaben kapı da açılmayınca, kapının önüne sepetiyle bırakıp, gitmiş…
Devamı yarın, saygılarımla, hoşça kalın…
http://www.kadriyecosar.blogspot.com

24.03.2010
Biz lojmanın önündeyiz, ne dediysem iyice bir tepesini attırmışım! Sepetten bir iki domates alan, kardeşim:
-Hayır! Demesiyle onları üzerime fırlattı.
Ben içeriye girip, olaya fırsat vermemem gereken o durumda; O'nun gibi çocuklaşınca! Aramızda başlayan tartışma, domates savaşına dönüştü! Hafta sonu, okulun bahçesinde bizim köyden görünme ihtimalimiz yok. Üstelik bu koca bahçede ikimizden başka hiç kimse yok. Müdür Bey ve eşi hafta sonunda, İzmir'deki aile büyüklerinin yanına gitmişti. Bizde, onun da rahatlığı vardı demek ki! Çocukluğumuzda su savaşı yapardık da domates savaşını hiç denememiştik. Çocukluk dönemi geçmeden, onu da yapmak varmış kısmette. Benim yüzüm, gözüm, üstüm başım, domates içinde kalmıştı ki! Merdivenlerden gelen ayak seslerini fark edip, içeriye kaçmaya çalışıyordum ama yakalandım! Gelen postacıydı ve beni soruyordu!
- Buyurun, benim dedim! O da:
- Kimliğiniz lütfen! Deme gereği duymuştu.
- Olay ne? Ne gerekçeyle, dedim!
- Çarşaf Dergisinden, adınıza gelen havaleyi teslim etmek için gelmiştim ama…
Derken, şaşkınlığını saklayamıyordu. Kendisi buraya, dergiye yazı gönderip, karşılığında telif hakkı olarak, parası gönderilen bir öğretmen için gelmişti. Domates savaşı yapan birisi; buyurun O benim diyordu! Tedbiri elden bırakmamak gerek, diye düşünüyordu besbelli! Kimliğimi almak için içeriye girdiğimde, elimi yüzümü alelacele yıkayıvermiştim de üstü başımın da durumu, yüzümden farklı değildi ki! Nasıl olsa olaya şahit olmuştu. Daha fazla bekletmenin gereği yoktu, postacıyı.
- Buyurun kimliğim, dedim.
Bir kimliğe baktı, bir bana…
Yapacak bir şey yok! O benim değil, derginin sorunu! Çoluk çocuğa iki satır bir şey yazıp, gönderdi diye para gönderiyorlarsa; ben ne yapabilirim ki dercesine bakıyordu, yüzünde öyle bir ifade var gibi geldi bana!
Benim, o anda bildiğim en net şeyse! O paranın bize ilaç gibi geldiğiydi…
Sandoviç tartışmasını kapatacak kadar, iyi bir paraydı bizim için…
Bir sonraki mektubumda öğrencilerimle, olan ilginç yaşanmışlıklarımızda buluşmak üzere, hoşça kalın! Sayın NESİN…
Otuz yıl öncesi bile olsa acılar hatırlanınca hep tazeleniyor…
Şu anda içinde bulunduğum ruh halimden, çıkabilmek için önce kendimi dışarıya atıp…
Yürümeliyim…
Saygılarımla…
Devamı yarın, saygılarımla, hoşça kalın…
http://www.kadriyecosar.blogspot.com

Hiç yorum yok: