23.11.2009

SÖZÜN BİTTİĞİ YER!




Bu da sevgili Derya’mızdı...
Bazen kal gelir de donakalırız ya her birimiz; hiç beklenmedik bir söz ve davranış karşısında. İşte öyle bir şey diyelim buna da!
24 Kasım Öğretmenler Gününde, ben de emekli öğretmen olarak, olaya tersinden bakıp, bir öğretmenin gözünden, öğrencilerimle geçirdiğim bir anımı paylaşayım bu gün sizinle.
Birleştirilmiş sınıfların aynı dershane içinde, öğrencilerin tek öğretmen tarafından eğitildiğini hepiniz duymuşsunuzdur da bu uygulama içinde bir eğitim almamışsınızdır çoğunuz. Ben hem beş sınıfın aynı dershanede, tek öğretmen tarafından eğitildiği bir ilkokuldan aldım diplomamı. Hem de sürekli köyde ve birleştirilmiş sınıflarda eğittim öğrencilerimi. Alan için de veren için de zor bir sistem!
Zorluk göreceli bir şey! Köyde oturup da bu sistemle eğitilen çocuklarıma göre, köyün mezrasında oturup da eğitim için bu mezradan, yaz kış, her gün, dağdan ovaya uzanan yolu, en az kırk beş dakika yürüyerek, köydeki okula gelebilmek. Dönüşte ise yamaç yolu tırmanmak zorunda kalınca, süreyi ikiye katlayarak evine varabilmek; ayrı bir zorluk olsa gerek! Bu zorluğu yaşayarak okullu olmaya, okuma yazmayı öğrenmeye gayret gösteren, yıllara göre sayıları sekiz ile on beş arasında değişen, bir öğrenci gurubumuz da olurdu. Bir de sürekli ailesi ovada oturan çocuklarım vardı ki! Bunlardan Nazım, ilk derste sırasında uyuyup kalıyordu! Ablasına yoldaş olsun diye henüz okullu olma yaşı gelmeden, okul yollarına düştüğü için yavrum...
Şartlar çetin, olanaklar da kısıtlı olunca; bu çocuklarımı anımsadıkça, benim gözüme, anında toz kaçar maalesef!
Onların içinde en şansızları da Derya’ydı! Sanırım…
Sebzelerimiz ve meyvelerimiz konusunu işliyorduk. Muz üzerinde takılıp kalmıştı o gün! Yanındaki arkadaşına yavaşça:
- Muz ne be? Deyişini duyduğumda, nasıl davranmam, gerekiyor ki diye düşünürken ben, arkadaşı:
- Muzu bilmiyon mu sen? dedi! Bir diğeri devreye girmeye kalktı:
- Aaaaa muz yemedin mi sen? dedi!
Çok alçak bir sesle:
- Muz ne be?
Sorusu beynimde kasırga etkisi yaratmıştı. Çocuklarımı çok iyi tanıyordum. Derya’yı rencide etmeden, meyvelerimiz konusuna yanımdaki resimleri kullanarak devam edip, bu soruyu soran Derya’ya bir pişmanlık duyurmamak için göstermek istediğim gayretim maalesef işe yaramamıştı! Derya’yı muzu bilmediği için arkadaşları, akıllarınca küçümseme fırsatı yakalamıştı; kal gelmenin zamanı değildi ve ben:
- Bu nasıl bir yaklaşım, böyle? Susun bakayım! Muzu bilmemek, görmemek, tanımamak, yememek ayıp mı? Değil! Önemli olan arkadaşınızın, düşüncesini bizimle paylaşması, değil mi? deyip. Derya’nın arkadaşına sorduğu sorudan dolayı pişman olmamasına çalışıyordum. Arka sıralardan gelen fısıltıyla, sabrım bitivermişti. Dersin konusu muz bilinir mi? Bilinmez mi? Bilinmemesi normal bir şey midir? Yoksa değil midir? Noktasına çekilmişti sanki! Derya mezradan, köydeki okula gelen gruptandı. Hanife, sıra arkadaşına:
- Bunlara dağlı dediğimizde kızıyorlar, eee dağlı işte! Muzu bilen, bilmiyor!
Demez mi? Sınıfta da anlaşılmıştı sanırım bu fısıltı halinde yapılan eleştiri. Hanife’ye, soruyla hatasını kavratmaya çalıştım:
- Hanife, sen kalk bize kiviyi tanıt kızım, dedim.
Soran gözlerle bakındı, cevap veremedi! Ben de O’nun kiviyi bilmediğini tahmin edip, bunun muzu tanımamakla aynı şey olduğunu, Hanife’ye ve sınıftakilere anlatabilmek için sormuştum bu soruyu O’na. Yoksa bu muz olayı teneffüste de kapanmayacaktı! Şekli, rengi, tadı hakkında sorularla, konuşturmaya çalıştım. Hiç cevap alamayışıma o anda çok sevindim. Derya’yı bu durumdan kurtarmak, gerekiyordu!
Biraz önce muz hakkında konuşmak niyetinde olan o kadar çok çocuk vardı ki hepsi teneffüste fazlasıyla konuşacaktı. Kivi örneğiyle hatalarını anlamaları gerekiyordu. Denedim, tuttu ve işe yaradı! Derya’ya:
- Derya’cığım, biraz önce “muz ne?” diye sordun arkadaşına, sana anlatmaya çalıştık. Her zaman bilmediğiniz, anlamadığınız her şeyi çok rahatlıkla sorabilmeniz, benim için çok önemli! Bu çok doğru ve öğrenmeyi kolaylaştıran bir yaklaşımdır. Hepimiz, her şeyi bilemeyiz! Ama sorarsak, araştırırsak, öğrenebiliriz dedim.
Kivi örneğine dönüp, onu da tanıtmaya çalıştım. Sınıfta kiviyi tanıyan, bilen, yiyen olmamış. Benim de aldığım bir meyve değil çocuklar. Size kivi sözü veremiyorum ama Pazartesi günü gelirken, Derya’ya muz getireceğim, dedim. O gün Cuma’ydı. Derya, onlar da kiviyi bilemedi işte havasına girmişti, hoşuma gitti. Derya’yı haksız yere küçümsemeye kalkanlar, hatasını anlayabilmişti! Teneffüsteki davranışları için uyarmaya gerek kalmamıştı…
Pazartesi günü gelirken iki tane muz getirmeyi de unutmamıştım.
Ama sevgili Derya bu muzları, görememişti…
Bu muzları yiyememişti…
Bundan böyle de yiyebilme, tadabilme hakkı, maalesef elinden alınmıştı!
Hafta sonunda aile büyükleri kestane toplamaya gittiklerinde, evde kalan Derya ve kendisinden iki yaş büyük olan abisiyle evde oynarken, henüz yedi yaşındaki Derya’nın…
Daha tanımadığı…
Bilmediği…
Öğrenemediği…
Göremediği…
Yaşayamadığı…
Güzellikleri...
Sevinçleri…
Mutlulukları… O kadar da çokken… Birçoğunu da henüz tanıyamamışken!
Henüz yaşayamamışken!
Hiç yaşayamamaya!
Hiç öğrenememeye!
Hiç görememeye!
Mahkûm edilmişti!
Ebeveynlerinin kestane topladıkları anda! Babasının tüfeğiyle oynamayı, erkek olmasıyla özdeşleştirdiğinde, ağabeyi Mestan!
Derya’nın zamansız ve talihsiz bir şekilde yaşadıklarını duyduğumda, günlerden Pazartesiydi! Çantamdaki muzları çıkarıp:
- Derya’cııımmm! Daha iki gün önce sana söz verdiğim için getirmiştim bu muzları ama diyebildim, sadece…
Muzları da Derya kadar açık sözlü olamayıp, yemediklerini sandığım iki ayrı çocuğuma verdim. Onlar bile muzu aldıklarında sevinememişti! Aldıkları muzu hemen yiyememişti...
Ağladık... Ağladık... Ağladık! Hiçbir şey yapamadık! Ne acıdır ki! Ne Deryalar aynı sorumsuzlukla, zamansız veda etti! Daha göremediği, öğrenemediği, yaşayamadığı güzelliklere rağmen! İşte bu bizim ortak utançlarımızdan birisi olsa gerek! Çünkü biz, bu konuda da olumlu bir adım atamadık daha...
Saygılarımla! Hoşça kalın...

Hiç yorum yok: