22.06.2010

Aziz Nesin’e Mektuplar














HER ÇOCUĞA BİR KİTAP HEMEN YARIN-4
Yaz dönemi geldi çattı. Görev yerim köyde de olsa, okulda olmam gerekiyordu. İdareciliğin bu yönünü hiç sevemedim! İş yok, öğrenci yok hatta köyde birkaç yaşlının dışında, köylüler de yoktu. Biraz geç gelip, biraz da erken ayrılıp, bu yeni döneme alışmaya çalışıyordum. Büyük kızım ortaokula, kardeşi de ilkokula gidiyordu, o yıllarda. Sabahleyin kahvaltı sonrası, onları da yanıma alıp; köye birlikte gidiyorduk. Bahçede top oynayarak, ip atlayarak, tahtalarda resim yaparak, hoşça vakit geçirdiklerini sanıyordum. Öyle olmadığını, benimle birlikte köye gelmek istemediklerinde, anlamış oldum.
Bir süre onları evde yalnız bırakıp, ben okulun bahçesindeki ağaçların altında kitap, gazete okuyup, geri döner oldum. Yapabileceğim bir iş olsa sıkılmazdım. Bir gün evdeki çocuklar takıldı fena halde aklıma. Kışın hepimiz okulluyduk, zaten görüşme zamanımız kısıtlıydı. Biraz daha erken gitmeye karar verdim ama önce okulun, karşısındaki bakkala uğradım. İlyas hemen:
- Buyurun Hocam! Ne lazımdı, dedi?
- İlyas, çocuklar sıcakta, kimse de olmayınca sevmediler burayı. Aklıma takıldılar. Ben eve gideceğim ama sana telefonumu bırakayım. Olmaz ya! Ola ki eli çantalı, takım elbiseli birileri okula çıkacak olursa, ilgilen! Bana da hemen bir telefon ediver!
- Hocam, senden önce yazın, okulu açıp bekleyenini, ben hiç görmedim. Benzin paranıza acıyorum vallah! Dedi…
- Sen gene de, bir gelen olacak olursa! Hocam yarım saatlik bir işim var deyip gittiydi, deyip beni ararsın! dedim…
- Ben akşama kadar, bu bakkalın önünde oturuyorum. Yaşlılar kaldı köyde, herkes ovaya göçtü, biliyorsun. Ufak tefek ihtiyaçları oluyor onların da ben hep buradayım, Hocam! Gerekirse ararım ben sizi, dedi.
Eve gittiğimde çocuklar evde değildi. Etrafı biraz kolaçan edince, iki üst apartmanın, arka bahçesinden gelen seslere doğru gittiğimde; mahallenin çocuklarının hep birlikte oynadığını gördüm. “Evdeyim ben, haberiniz olsun. Fazla uzaklara gitmeyin, tamam mı?“ diye uyardım. Eve döndüğümde, telefonu çalar buldum.
- Alo Hocam! İl Milli Eğitimden olduğunu söyleyen bir bey, geldi. Beş dakkaya kalmaz, Hocam hemen gelir dedim, ben! Kahveden çay ısmarladım, yenice geldi zaten! Size haber vereyim, dediydim!
- Sağ ol! İlyas. Hemen geliyorum, dedim.
Ben arabamı park ederken, Kahveci Muzaffer Abi elinde, tepesinden saplı tepsisiyle, bakkalın önünde oturan misafirimize; belli ki ikinci çaylarını getiriyordu. Beni görünce:
- Geldin mi Hocam? Biz misafirini ağırlıyoruz, bak! dedi.
Gelen misafirimizle tanıştığımızda, tuvalet kapılarımızın onarılması için tespit yapmaya gelen, İl Milli Eğitimden, Şakir Bey olduğunu öğrendik. Beni bekleme süresi olan bir on dakikada, kendisi okulumuzun tuvaletlerine bakıp; kapıların yenilendiğini görünce:
- Ben de şimdi İlyas’a; bir telefon daha et de Hoca Hanım gelmesin. Ben okulun tuvalet kapılarını tespitini yapmaya gelmiştim. Baktım, onlar da yapılmış. Bizim yapacağımız bir şey kalmamış zaten, diyordum ama siz de lafımın üzerine gelmiş oldunuz.
Köy bakkalını çalıştıran, on sene önce mezun ettiğim öğrencilerimden, İlyas’a, kahveci Muzaffer Abiye teşekkür edip; konuğumla okula gitmek için hareketlendik!
- Benim yolum da kısa sayılmaz. Ben hiç okula çıkmayayım derken, Şakir Bey. Okulun merdivenlerinin önündeydik:
- Bu başvuru, kim tarafından yapılmış? Şakir Bey!
- İl Encümenlerinden birinin başvurusuyla, Özel İdareden, tuvalet kapılarınızın, onarılması için ödenek çıkmıştı, Hocam.
Deyince konuğumuz! Belediyedeki altı ay, boyunca: “biliyoruz, arkadaşlar takibini yapıyorlar…“ cümlesinin, satır aralarını daha net görmüş olmuştum o anda! Bu çok güzel bir fırsattı! Hemen yanı başımdayken, altmış yıl sonra karşımıza çıkan bu fırsatın, elimizden uçup gitmesine, kesinlikle göz yummamalıydım! Böylesi durumları, her zaman ele geçirebilmek zor! Havuzda kaynak oluşturuluyor ama bu kaynağa; ulaşmak için elçiler olması gerekiyormuş demek ki!
- Siz kapılarımızı görüp, tespitinizi yapmışsınız ama bizim bahçemizde çok güzel bir kuyumuz var, Şakir Bey! Onu gördünüz mü?
- Ne kuyusu?
- Biz çok özel konuklarımıza, bu özel kuyumuzda, çok özel kuzulardan, kuyu kebabı hazırlayıp; erguvan ağacımızın altında, ikram etmeden göndermiyoruz! Derken ben: “ne saçmalıyor bu?“ İfadesini, görebiliyordum Şakir Bey’in, yüzünde!
- Buraya kadar gelmişken…
Diyordum ki! Şakir Bey, sözümü kesip:
- Ben gideyim, Hocam dedi.
- Lütfen, Şakir Bey! Okulun önündeyiz zaten! Size göstermek zorunda olduğum, onarımının kaçınılmaz olduğu yerlere; bir bakın lütfen, dedim.
- Göster bakalım, dedi!
Gitme kararlığından, geriye atılan adımdan umutlanıp. Başladım konuşmaya. Okulumuz dökülüyor, Şakir Bey! Bakın pencerelerimizin çoğu, tehlike arz ettiğinden. Bunları açıp kapatmayın demenin bir yararı olmayacağını düşünüp; çivileyerek sabitleştirdik. Çerçeveleri o arada gözüme çarpan bir çiviyle test ettirmeye çalıştım. Çürümüş bunlar, sizin de gördüğünüz gibi, dedim.
- Haklısınız, bunlar mıydı göstermek istediğiniz?
- Bunları numaralandırarak devam edelim isterseniz. Bu bir olsun!
İki: Bakın Şakir Bey, şu sınıf kapısının da yakın geleceği! Yıkılan tuvalet kapısından, pek farklı gibi görünmüyor, değil mi?
Üç: Her yıl çatıyı aktarıyoruz. Ona rağmen yağmurlar başlayınca, sınıfımızdaki oturma düzenimizi görseniz! Kendinizi şaşırmaktan alıkoyamazsınız! Yağan yağmurla, sınıfların içinde, köşe kapmaca oynuyoruz! Bazen aynı ders saatinin içinde, damlayan sulardan korunmuş olmak için birkaç kere oturma düzenimizi değiştirmek zorunda kalıyoruz!
- Teşekkür ederek, ben sizi onarılmış diye tespitini yapacağınız bölüme de götüreyim; buyurun!
Bu da dört olsun: Şakir Bey, kapılar yenilendi ama bakın sekiz musluğun beşine, kör tıpa taktık. Bozulan musluğun yerine alınan yeni musluk, hiçbir işe yaramıyor ki! Borular çürümüş, tesisat çökmüş durumda! Geriye kalan üç sağlam musluğa da zaman içinde gördüğünüz gibi bir parça odun parçasıyla kör tıpa yaparak; boşa akan suyu kesmek zorunda kalırsak! Yapacağım şey; şuraya koyacağımız bir fıçının altına takacağımız bir muslukla, çalışır durumda bir çeşme yaratabilmekten başka bir, çözüm üretebileceğimi sanmıyorum! Tuvalet kapılarının tehlikesini ortadan kaldırabildik ama çok yakında su tesisatından dolayı, mikrobik sağlık durumlarının kaçınılmaz; olduğunu siz de görüyorsunuz!
Okulumuza çıkmış olan bu ödeneğin, bu kadar acil durumlar söz konusuyken; yararlanmamız sizin takdirinize bağlı gibi geldi bana! Lütfen, bu konu üzerinde, biraz daha sağduyulu davranmanızı rica edeceğim! Aksi durumda, kendimi beceriksizlikle suçlar, dururum herhalde…
Şakir Bey sabırla dinledi:
- Bu kadar mı? dedi!
- Evet, bu kadar! Dört kalemde halledilecek, bir durum değil mi, dedim?
Çantasını açtı. Başladı yazmaya! Yazdıklarını da benimle paylaşmış olmak istercesine! Sözlü olarak da ifade ediyordu. Çantasından çıkardığı kara kaplı ajandasına, yazdıklarını! Bu kez O, başladı tespitlerini numaralandırmaya:
Bir: Çatı değişecek.
İki: Alimunyum çerçeve yapılacak.
Üç: Bütün kapılar değiştirilecek.
Dört: İç dış, akrelik boya yapılacak.
Beş: Tuvaletlere kalebodur döşenecek, piseor takılacak, tuvalet taşları yenilenecek.
Altı: Bütün su tesisatı yenilenecek!
- Tamam mı Hocam? dedi!
- O merdiven başı sohbetimizde, anlatmaya çalıştığım kuyu var ya! Aslında o, kuruyan bir ağacımızın, tehlike arz etmeye başlayınca. Zorunlu olarak sökülmesinden sonra, o ağaçtan, bize kalan bir miras! Biz de denemek amacıyla sadece bir kere; bolca patates, biraz da soğan, patlıcan, biber ve domatesten, kebap yapmayı denemiştik. Çok da güzel olmuştu!
Hemen o kuyuyu genişletme işini başlatmam gerekiyor! Kuzuyla geçiştirilemez bu durum! Siz, bir deveyi çoktan hak ettiniz; Şakir Bey!
Dediğimde, çok ısrarcı yaklaşımımdan sonra; siyasilerin özenle yazıp, çok çabuk imha ettikleri, bilindik notlara benzetmiştim! Şakir Bey’in ölçü alarak, yazdığı tespitleri!
- Üç gün sonra, gerekli malzemelerle, işçileri gönderiyorum! İşçilerin barınmasını nasıl sağlayacaksın? Hocam, dedi!
- Lojman boş, orada kalırlar! Ancak yataklarını kendileri getirirler, dedim.
- Tamam, dedi! Şakir Bey!
El sıkıştık, vedalaştık, siyah gösterişli makam arabasına, bindi gitti! Şakir Bey…
Şimdi bana bir bardak yetmez, bir şişe buz gibi soğuk su lazım ama…
Ben, gene de Muzaffer Abinin, bayatlamış olma ihtimali, yüksek olan çayından yana kullanacağım tercihimi diye konuşarak kendi kendime; bahçe duvarımızın bir bölümünün, O’nun kahvehanesiyle ortak kullanım arz eden yerine doğru yürüdüm. Önünde durduğum duvarın berisinde, okulumuzun bahçesi! Ötesinde, O’nun kahvehanesi vardı! Ağaçların altına bırakılmış masalarda, birkaç yaşlı amca oturuyordu. Seslendim:
- Muzaffer Abi! Bana bir çay verir misin?
- Duydum! Bekle geliyor, dedi!
Çayımı getirdiğinde:
- Senin canın sıkkın gibi geldi, bana! Hayrola! Bir terslik yok, diimi?
- Sana öyle gelmiş, yok bir terslik Abi! Sabah ezanında, demlediğin çay mı bu hala?
- Ben sana, bayat çay verir miyim? Hocam…
Haksızlık ediyorsun, bak şimdi! Dedi, çayımı vermesine rağmen, geri dönmeyişinden; gelen konukla ne konuştuğumuzu merak ettiği, çok bariz bir şekilde anlaşılıyordu!
- Mesele neymiş? Ne dedi o bey?
- Proje çok büyük! Öyle ayaküstü anlatılıp; geçiştirilecek gibi değil, dedim!
- Neyle ilgili?
- Okulla!
- O kadarını ben de bilirim de okulun nesiyle?
- Baştan aşağı yıkılıp, yeniden yapılandırılmasıyla…
- Hakket! Sende aksi biii durum vaaa bugün…
Boş ver, sıkma canını!
- Rica ederim Muzaffer Abi! Can sıkacak bir durum yok! Aynen söylediğim gibi! Üç gün sonra işçiler ve malzemeler gelecek! Okulun kapıları, pencereleri, çatısı, iç dış boyası, su tesisatı, tuvaletlerin taşları sil baştan yenilenecek! Kalebodurlar döşenip, piseorlar takılacak…
- Kusura bakmazsan, aklıma geleni söyleyeem mi? dedi!
- Söyle…
- Bu dediklerin vaa yaaa! Bizim köydeki, avcıyım deyeee geçinen, birkaç aakeedeşin, konuşmalaanı hatırlattı bana! dedi ve güldü…
Hoşça kalın sevgilerimle....

Hiç yorum yok: