9.04.2010

13.04.2010 ve 20.04.2010 Tarihleri Arasında Yayınlanan Aziz Nesin'e Mektuplar Yazı Dizisi...


13.04.2001
Bu oyuncak faslının, seksen mevcudumuz olan ilkokul öğrencilerimin! Kızı ve erkeği, birinci veya beşinci sınıf öğrencisi olması hiçbir şeyi değiştirmeksizin! Hepsini bu kadar çok etkileyeceğini hiç ama hiç düşünememiştim de! Anasınıfının açılması için seferber olup, olmayan bütçenin dışında yardım ve bağışlarla, gerçekleştirmeye çalıştığımız o dönemde, onların da oyuncak konusunda; bu kadar özlemlerinin olabileceğini hiç hayal edememiştim de! Bu gerçeğin yüzüme “tokat“ gibi çarpmasıyla; anasınıfı açma sevincim, yerini çok farklı duygulara bırakıvermişti…
Sadık Bey de aynı duygular içindeydi! “Ben de köy çocuğuyum ama bu sonucu, kesinlikle tahmin edemezdim!“ Diyerek, üzüntüsünü paylaşmıştı, O da!
Pazartesi günü, okulumuzda çok farklı duyguları aynı anda yaşadık. Seksen ilkokul öğrencimiz o gün evindeki beş ve altı yaşındaki kardeşlerinin, ellerinden tutarak gelmişti okula! Mart ayı içinde, apar topar okullu yapılmaya çalışılan çocuklar, heyecanlıydı!
Kız Meslek Lisesi Çocuk Bölümü öğrencisiyken; bu gün anasınıfımızın öğretmenlik sorumluluğunu kendisine vereceğimiz, Sanem de heyecanını saklayamayanlardan biriydi!
Bayrak Töreninden önce, ilçeden bulduğum kullanılmış pitikareli kumaştan dikilmiş önlüklerimizi bir masanın üzerine bıraktım. Kardeşlerinizin bedenine ve önlüklerin genişliğine bakarak, sizce uygun olanını, giydirmeye çalışın. Dar veya bol gelmesi halinde daha uygun olanını bulup, önce kardeşlerinize önlüklerini, kargaşaya gerek kalmadan, bulmaya çalışın. Bakın önlük sayısı çok fazla! Telaşa gerek yok! Dediğimde önlüğü giyenin de, giydirenin de heyecanları çok belli oluyordu! Giydirenler beş yaşındayken bu heyecanı yaşamamıştılar…
İstiklal Marşımızı ve andımızı topluca okuduktan sonra sınıflarımıza girdik!
İlk teneffüste; anasınıfına gelen öğrencilerimiz bahçeye çıkarken! Eski taş binamızı temizleyerek, kendilerine hazırladığımız sınıfın kapısında yaşananlar…
Seksen ilkokul öğrencimizin, aynı anda bu sınıfa hücum edercesine, girmeye çalışması…
Her bir oyuncağın, birinin elinde kalması yetmeyince…
Masalardaki renkli karton ve elişi kâğıtlarına duydukları ilgi…
Pastel boyalarlarla alelacele resim yapma istekleri, gelişi güzel çiziktirmeleri…
Sınıfta çıkardıkları seslerden, şok olan Sanem’in hali…
Gittiğimde, gördüklerim karşısında, içimi acıtan duygularım…
Sanem’e anlatmaya çalıştıklarım…
- Çocuklar! Oyuncaklarla oynayabilirsiniz! Keşke bu sınıfa girmek için önce izin istemeyi düşünmüş olsaydınız! Tabii ki bu isteğiniz kabul görürdü! Bu karmaşa ve telaş olmazdı en azından! Saman kâğıtlarına gelince; aceleyle ziyan ettiğinizi görüyorum! Şimdi lütfen, bunları bırakın! Sonra isterseniz söz; bunlara resim yapmanıza da izin vereceğim ama bu şekilde değil! Biraz daha sessiz olmak şartıyla; oynamanıza izin veriyorum! Şimdi biz dışarıya çıkacağız! Kesinlikle şikâyet ve tatsız bir durumla karşılaşmak istemiyoruz! Ancak, isteyenler burada kalıp, istediğiyle istediği şekilde oynayabilir! Tamam mı? Deyip dışarıya çıktığımızda; Sanem’in ve Sadık Bey’in de duyguları benimkilerinin; aynısının tıpkısı durumundaydı…
Gün boyu bu durum devam etti. Yeni gelen öğrencilerimiz de çıkmak istemeyince! Her teneffüste yüz çocuk, aynı anda, aynı sınıfta, aynı oyuncaklarla oynamaya devam etti! Ertesi gün, ondan sonraki gün ve devamındaki günlerde de istek ve taleplerde bir değişiklik olmadı! Derse gir zili çaldığında, çocukların kendi sınıflarına, istemeyerek gittiğini görememek için, kör olmak gerek! İzin verdik oynadılar, oynadılar ama doyamadılar…
Teneffüsler yetmiyordu…
Biz ilkokul bölümünde; 1–2–3 üncü sınıfların eğitim öğretimini aynı sınıf içinde, birleştirilmiş sınıf yöntemiyle ben üstlenmiştim. Sadık Bey de 4 ve 5inci sınıfları aynı sınıfta oturtarak, aynı anda eğitim öğretim çalışmalarını yapıyordu! Kendi aramızda anlaşıp; Resim İş, Müzik hatta Beden Eğitimi ders saatlerimizde anasınıfını biz kullanmaya başlamıştık! İlkokul öğrencilerimizle, bazı ders saatlerimizi bu sınıfta geçirmeye başlamıştık! Okulumuzun paylaşılamaz bir alanı haline gelmişti burası!
23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramında; kesin bir şeyler yapabilmenin arayışıyla! Bornava Rötary Kulubünün yetkililerine ulaşabilmiş, yaşadıklarımızı tüm çıplaklığıyla, kendileriyle paylaşabilmiştim! Telefonla ulaştığım, çocuklarımızın bu trajedik durumunu paylaştığım kişi sanırım; İbrahim Yeşil isimli bir beyefendiydi! Kendisi de anlattıklarımdan çok etkilenip:
- Bu durumda, biz ne yapabiliriz, Hocam? dediklerinde.
- Ben, ilçemde benzer bir çalışmayla seksen öğrencimin oyuncak hasretini gideremeyeceğim için. 23 Nisanda sizleri köyüme, okuluma davet etmek istiyorum. Sizler de gelirken, çocuklarınızın torunlarınızın oyuncaklarını, seksen öğrencimize yetecek sayıda olması şartıyla getirirseniz! Bu Bayramı okulumuzda hep beraber kutlamayı, çocuklarıma Çocuk Bayramında, sizlerin de vereceği desteklerle unutamayacakları bir bayram sevinci yaşatmak istiyorum, dedim!
- Adınızı, görev yerinizi, telefonunuzu, tam öğrenci sayısını lütfen, bir kez daha alabilir miyim? dedi. İbrahim Bey! Ve ekledi:
Devamı yarın, saygılarımla, hoşça kalın….
http:www.kadriyecosar.blogspot.com

14.04.2010
En kısa zamanda size mutlaka olumlu düşüncelerimizle geri döneceğimizi söyleyebilirim, Hoca Hanım! İlk toplantımızda, bana anlattıklarınızı arkadaşlarımla paylaşıp, en kısa zamanda sizi arayacağımdan emin olabilirsiniz, hoşça kalın, görüşmek üzere size iyi günler diliyorum, diyerek kapatmıştı telefonu!
Çok kısa bir süre sonra bana geri döndüklerinde, çocuklarımın adına ben de çok sevinmiştim. Ama kimseye bir şey söylemiyordum. Sürpriz olsun istiyordum! O yılki Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramımız, çocuklarımızın unutulmazları arasında, her zaman birinci sırayı alacağından, hiç kuşkum yok! Gibi hayallere dalmış, ben de çocuk gibi sevinmeye başlamıştım! Bornava Rotary Kulübünden, İbrahim Bey birkaç gün sonra, telefonla beni aradığında:
- Hocam, bizim de çalışmalarımız hakkında rapor tutup. Sunduğumuz yerler var! Arkadaşlarla görüştüm, yeni oyuncaklar alınacak; her çocuğun birden fazla oyuncağının olması için de sizin dediğiniz gibi evlerimizdeki, kullanılmış olan, ancak kırık olmaması şartıyla, onların da çok güzel paketlenerek, getirilmesi kararını aldık! Bunu da sayıyı artırma amacıyla mantıklı bulduk. Bu duygu ve düşüncelerinizi; bizimle paylaştığınız için arkadaşlarımın da size teşekkür ettiklerini de iletmiş olayım! Ricanız kabul gördü, bizi de heyecanlandırdı! Yalnız, okulunuzun mührünü taşıyan, bir resmi yazıyla, bunu resmiyete dökmenizi rica ediyoruz, dediler!
- Hemen, İbrahim Bey! Hemen resmi yazımızı hazırlar, prosedürü başlatırım! Size ve arkadaşlarınıza, öğrencilerim adına şimdiden çok teşekkür ederim! Sağ olun, efendim! Görüşmek üzere size iyi günler dileyip, saygılarımı sunarım…
Dedikten sonra, ertesi gün okula gittiğimde hemen resmi yazı defterimizi açtım. Tarih sayı numarası aldım.
Bu yazıya resmiyet kazandırmış olmanın gereği olarak; önce İlçe Milli Eğitim Müdürlüğüne durumu bildirip, onlardan gelecek cevapla, yazıyı işleme koymamız gerekiyordu! İdarecilik sorumluluğumun henüz üçüncü ayıydı. Prosedür böyleydi! “Şimdiki aklım olsaydı, demekten alamıyorum şu anda kendimi! Prosedürü atlar, oyuncakları kapmaya bakardım herhalde!“
Yazıma İlçe Milli Eğitim Müdürlüğünden, onay alamadım! Gerekçe:
- Prosedür gereği, biz de bunu İzmir Milli Eğitime göndermek zorundayız! Orası da Bakanlığa bilgi vermek zorunda! Bu çocukların oyuncağa olan ihtiyacı! Gerçekten var mı? Yok mu? Durumunun araştırılıp, onaylatmak için birilerinin görevlendirilmesi gerekecek belki de!
Bu mercileri…
Bu gerekçeyle…
Bunca işlerinin arasında…
Meşgul etmek doğru olur mu?
Yanıtını aldığımda…
- Evet! Bence çok doğru olacağına, inandığım için buradayım! Müdür Bey, dedim! İlçe Milli Eğitim Müdürümüz de:
- Ben bu yazınızı kabul edemiyor; işleme koymayı, doğru bulmuyorum demişti!
Bu yaklaşım karşısında, bir yumuşama, geri adım atılması durumunu bekleyemezdim…
Tekrar bu anlamsız bulduğum gelişmeyi, İbrahim Bey’le paylaşıp:
- Ben size Köy Muhtarının Mührünü kullanıp; Muhtarlık tarafından baş vuru yapsam, dediğimde!
Karşı taraftan aynı anlayışı göremedim…
Muhataplarının, Milli Eğitim olması konusunda ısrarcı davrandılar…
Benim yapacak bir şeyim kalmamıştı…
İyi ki öğrencilerimle paylaşmamıştım…
Çocuklarımızın, hayal bile edemeyecekleri, oyuncaklara kavuşması hayallerim; suya düşmüştü…
Bunun aynı zamanda öğrencilerimin hayalleri arasına, girmemiş olmasına sevindim…
Oysa ben sevincimi paylaşma konusunda, çok tez canlı biriyimdir…
İlk defa bir sürpriz yapma düşüncem, bu kadar işime yaramıştı…
Konuklarımızla, okulumuza geldiklerinde; Fen Bilgisi Deney Dolabımızın olmadığını! Paylaşmayı ve ikinci aşamada bu konuda duyarlılık gösterip, gösteremeyeceklerini denemeyi bile planlamıştım…
Olmadı…
Yapamadım…
Bürokratik işlemlerin bir yararını gören oldu mu? Bilemem! Ben memuriyetlik sürecimde, hiçbir yararını göremedim…
Biz gene köyümüzde, okulumuzun bahçesinde 23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramımızı en coşkulu bir şekilde kutlamıştık! Biz bize…
Hayalini kurup, katılımlarıyla çocuklarımıza unutulmaz sevinç ve mutluluk yaşatacaklarına inandığımız; Bayram sevincimizi paylaşmayı hayal ettiğimiz konuklarımız olmadan da!
Gene şiirlerimizi okuyup…
Şarkılarımızı, marşlarımızı söyledik…
Bayraklarımızı en içten duygu ve sevinçlerimizle, sallayıp…
Çok mutlu bir şekilde Bayramımızı kutladık…
Devamı yarın, saygılarımla, hoşça kalın…
http:www.kadriyecosar.blogspot.com

15.04.2010

Uzun yıllar tayin kanallarına bile girememiş olan ben! Amirlerimle yıldızımın barışamamışlığının; bir sonucu mu bu acaba? Diye düşünerek…
Kendimi suçlamıştım bu olayda…
Bürokrasi ve bizdensin…
Bizden değilsin saçmalığının; sonuçları…
Hiçbir zaman, toplumsal aydınlamadan yana olmadı…
Olmayacak da…
Bireysel duygularımızdan arınarak; toplum olarak eşitlik ilkesini kedimize düstur edinebildiğimiz andan itibaren! Başarılarımızın, bizi mutlu etmenin ötesinde…
Yakın çevremizden başlayarak…
Toplumu aydınlatma ışıklarının…
Adı gibi ışık hızıyla…
En uzak noktalara bile fersah fersah yayılarak ulaşıp; aydınlatacağına gönülden inanıyorum ama…
İnancımın gerçekleştiğini görene kadar da unutamadığım, anılarımı sizinle paylaşmaya devam edeceğim! Sayın Nesin…
Sanem, sınıf sorumluluğunun kendisine verilmiş olmasından dolayı; çok mutluydu! İlçe içindeki staj saatlerinde, sınıf içinde, sınıf öğretmeniyle birlikte çalışıp, öğretmenin kendilerini yönlendirmesine göre, söylenenleri yaparak, geçirilen zamanlarla karşılaştırıp. Burada kedisini staj yapan bir öğrenci gibi, değil de öğretmen olarak hissetmesinin güzel duygularını paylaşıyordu bizimle! Okulundan, o yıllarda iki aşamalı olan ÖSS sınavlarında, birincisini bile kazanamayanlar her zaman çoğunlukta oluyordu. Bir yıl birinci aşamadaki sınavı kazanan, bir öğrencinin dahi olmamasının, çok konuşulduğuna şahit olmuştum! Bu okulun öğrencileri genelde kırsal kesimden, kente göç etmiş ve alt sosyokültürel kesimdeki, ailelerin çocuklarıydı genellikle! Üniversitede Eğitim şansı, neredeyse tamamının erişilmezleri arasındaydı!
Sanem, hafta sonlarında dershaneye giden bir öğrenciydi. Köyde bizimle birlikte çalışmaya başlayınca; ben mutlaka öğretmen olmalıyım! Bunun için, şu ana kadar hiç çalışmadığım kadar çok çalışıyorum, diyordu! Bunun için de bir köy ilkokulunda çalışmam mı gerekiyordu! Anlayabilmiş değilim! Bunu elime geçmiş bir fırsat olarak görüp; kaybetmemek için çok gayret göstermeye başladım diyordu! Öğlen teneffüslerinde, benim de bir zamanlar İngilizce çalıştığım gibi şimdi de O, azimle öğlen aralarını boş geçirmemeye çok dikkat ediyordu! ÖSS’ye hazırlanıyordu!
Ben de yıllar önce, iki çocuk annesi ve köyde çalışan bir ilkokul öğretmeni olarak; AÖF öğrencisiyken, İngilizce kitabımı, kaynaklarımı sınıfta bırakıyordum. O ders için çalışmam gereken zamanı, öğlen teneffüslerimizin uzunluğundan yararlanarak; yaratmaya çalışıyordum. Bu anımı Sanem’le paylaşıp: “ benim çalışmalarımın karşılığını alarak, AÖF’ten iki çocuk annesi ve çalışan bir kadınken; İş İdaresi Bölümünden, mezun olduğuma göre! Bu azimle devam ederse, kendisinin ÖSS- ÖSYS sınavlarını çok rahat kazanıp, meslektaşımız olmayı hak ettiğini! Bu mesleğin kendisine çok yakıştığını söylüyordum; sık sık!“
O da:
- Biz ilçedeki okullarda staj yaparken; öğretmenler odasına hiç giremiyorduk! Bize de pek değer veren birine hiç birimiz, hiçbir zaman denk gelemedik! Küçümsendiğimizi hissederdik! Bu sadece benim değil, bu konuyu paylaştığım, arkadaş gurubumun da ortak düşüncesi!
Burada bana değer vermeniz, sınıf sorumluluğun tamamen bende olması. Beni uçurup, götürdü desem, yeri! İnşallah sınavı kazanırım da bu mutluluğum, yaşam biçimim olur, diyordu!
Sanem, Gazi Üniversitesi Çocuk Gelişimi Bölümüne kaydını yaptıran, okuduğu lisesindeki, ilk öğrenci olmuştu! Bu sevincini paylaşıp, O’nu tebrik eden ilk kişilerden biriydim. O da bana:
- Size çok şey borçluyum! Hakkınızı helal edin!
Dediğinde çok duygulanmıştım:
- Teşekkür ederim de bu tamamen senin azmin sonucunda elde ettiğin bir sonuç! Benim bir katkım olamaz! Seni çok içten bir şekilde kutlayıp, başarılarının devamını dilemek için aramıştım, dediğimde.
Bir saniye demesiyle, telefondaki ses değişmişti. Telefonu annesi ısrarla isteyince O’na vermek zorunda kaldığını annesinden, dinledim:
- Ben, Sanem’e kapatmadan telefonu bana da ver diye ısrar edip duruyordum, karşısına geçerek! Aradığınız için teşekkür etmek istedim. Ama asıl söylemek istediğim; yarın bize yemeğe gelebilir misiniz diyecektim? Katmer yapıp, sıcak sıcak hep beraber yeriz diye düşünmüştüm ama Hocam! İşiniz var mı bilemem? Gelirseniz bizim çok memnun olacağımızı, şimdiden söylemiş olayım, dedi! Çok kibar bir ses tonuyla, annesi!
- Neden olmasın? Kızımızın okulunda dört yıllık bir üniversiteyi kazanan, tek ve ilk kişi olması, mutluluğunu sizlerle paylaşmış olmaktan; ben de memnun olacağımı şimdiden sizinle paylaşmış olayım! Kendinizi çok yormamak şartıyla, yarın görüşmek üzere hoşça kalın, iyi akşamlar. Deyip kapatmıştım telefonu. Başarıda tarafıma biçilen payı karşı tarafın; bu kadar içtenlikle ifade etmesinin, insana verdiği huzuru, kelimelerle ifade etmek, bazen çok zor oluyor!
Sanem’in babası terziydi. Küçük bir dükkânı vardı. Çırağı da yoktu; yalnız çalışıyordu! Annesi de ev hanımıydı. Kardeşi de kendisi gibi Kız Meslek Lisesi Öğrencisiydi. İki yıllık bir üniversitede eğitim şansını yakalamıştı. O gün, evlerinin çatısında yakılan ateşte pişirilen, bolca lor peyniri ve otlardan hazırlanan iç malzemeleriyle yapılan katmerlerin tadını; o günlerdeki anılarımı yazmaya çalıştığım şu anda bile unutamamış olmamda…
Şu anda, saatin 05.30 olmasının payı olabilir mi ki? Tam da şöyle bir demli çayın özlemini duyduğum saatleri yaşıyor olmamın etkisi olabilir mi? Demiş olmamın bile, o Hanıma, yıllar sonra da olsa yapılmış, bir haksızlık olacağını itiraf etmeliyim!
Devamı yarın, saygılarımla, hoşça kalın…
http:www.kadriyecosar.blogspot.com

16.04.2010

İncecik açtığı yufkaların arasına bıraktığımız lor peyniri ve bolca yeşillikle; odun ateşinin üzerindeki saçta pişirdiğimiz katmerler, hem mis gibi kokmuştu! Hem de çok lezzetliydiler! Sanem’i ve ailesini bizim okulumuzda staj yapmaya başlayınca tanımıştım. Üniversite Eğitimi boyunca yaz tatillerinde beni arayıp, konuşmak istiyordu. Genç nesillerle fikir alışverişi ve zaman paylaşımım da benim en çok hoşuma giden yönüm olmuştur, her zaman! En çok istediği şey! Öğrencilik yıllarında tanıdığı ve çok sevdiği Başkentteki, özel anaokullarında çalışarak, deneyim kazanması! Sonra da bir anaokulu açma hayaliydi! Ailesi Devlet okullarında çalışması konusunda, çok ısrar ediyordu! Yıllar sonra bu aile içi fikir çatışmasını, benimle paylaşırken:
- Onları kırmak istemiyorum! Beni de anlayabilmelerini beklemiyorum! Şöyle bir şey yapıp, bir uzlaşma zemini yaratmaya çalışıyorum, kendimce! Bir tek anasınıfı öğretmen kadrosunun açık göründüğü, Trabzon’a atanma isteğimi tercih edip, formumu teslim ettim. Diğer iki tercih hakkımı kullanmadan; ama bu ayrıntıyı ailemle paylaşmadım. Sonra da denedim olmadı, deyip! Ankara’da çalışmaya devam edeceğim. Hayallerimin peşinden koşmak zorunda hissediyorum; kendimi demişti.
- Bu senin verebileceğin bir karar! Hayırlısı neyse o olsun, dedim sadece.
- Bir zaman sonra telefonla aradı! Şoklardayım Hocam! Hiçbir anlam veremiyorum. Trabzon’daki bir tek, açık kadroya yerleştirildiğimin haberini aldım şimdi! Şu anda, en çok istediğim şey, seninle uzun uzun konuşabilmek! Demişti…
Trabzon’da göreve başladı. İlk yaz tatilinde orada tanıştığı bir delikanlıyla işyerime geldi. Biz, bu yaz nişanlanmayı düşünüyoruz diyerek, erkek arkadaşını benimle tanıştırmıştı. Ev içinde aile arasında yapılan nişan törenine ben de davetliydim! Ondan sonra bir süre telefonlaştık, şimdilerde, uzun zamandan beri görüşüp, konuşmuşluğumuz yok! Aramasak ta değer verdiğimiz, aslında sıcacık sevgisi içimizde bir yerlerde hala yerini koruyor ki bazı insanlar, anılarımızın arasında ait olduğu yeri kapabiliyor! Zamanla yaşamın ağır sorumlulukları, insan ilişkilerimizi istem dışı da olsa böyle sekteye uğratabiliyor!
Saat 06.03 burada mektubuma ara veremezsem; vücudumla olan sağlık ilişkilerimin de sekteye uğrayacağı konusunda, yakın bir ihtimal var gibi geliyor, doğal olarak bana…
Sanem’in, ilk günlerde öğrencilerinin konuşma ve davranışlarında, gözle görülebilen, değişiklikleri kendilerine kazandırabilmek için çok özel bir çaba harcadığı, benim de gözümden kaçmıyordu! O yaştaki çocukları çok iyi tanıyordu, aldığı eğitimin sonucu olarak! Birkaç tekrardan sonra, istediği beklediği değişimi görmek ve bize de göstermek istiyordu. Dersimizin konusunu anlatıp, çocukların defterlerine geçirmesi gereken notları, ders saatinin sonuna doğru tahtaya yazıp; onlar bunu geçirirken, ben:
- Onları bir iki konuda uyarıp, beş on dakikamı bazen, Sanem’im sınıfında geçiriyordum. O’na da:
Senin bilgilerin çok taze, üstelik almış olduğun sorumluluğun, eğitimini alan bir gençsin. İlçedeki anasınıflarında bile şimdilik, belirli kurslardan sonra sertifika alan ilkokul öğretmenlerinin, görev yaptığını anımsatarak. Dersine girmemi yanlış anlamaması konusunda, kendisiyle konuşuyordum. Sakın ola ki bunu, seni kontrol etme ihtiyacı duyduğum için yaptığımı düşünme, kendine haksızlık etmiş olursun! Görev yerinin, köyde olması beni buna zorluyor. Sana destek olmanın ötesinde başka bir niyetimin olmadığını bilmeni isterim. Buna rağmen, sen en ufak bir rahatsızlılık duyuyorsan; benimle düşünceni çok açık bir şekilde paylaşabilirsin! Dediğimde, onun da olaya yaklaşımı beni rahatlatıyordu.
Gene böyle bir son dakika ziyaretinde gördüğüm olayı anımsadım, kaldığım yerden, mektubumu tamamlama gayretiyle oturduğum, masamın başında düşünürken! Sanem, ders saatinde öğrencilerinin doğal ihtiyaçları için sınıftan çıkmaları gerektiğinde, klişeleşmiş cümle yapısının tekrar edilmesini çok istiyordu. Buna da zaman ayırıp, çalışıyor, öğrencilerine defalarca tekrarını da yaptırıyordu. Öğrencilerinin şansızlığı ise ailesinin yanındayken, buna benzer bir durumun olmamasının ötesinde! Okuldaki gibi konuştuğunda ev ortamında, konuşma şekliyle alay edenlerin bile olabileceği, gerçeğinin varlığı! Çocuklar için aşılması zor bir ikilem…
İkinci haftanın son günleri; Sanem’e göre; hala mı bu kadar basit olan, üç kelimelik cümleler, O’nun istediği gibi kullanılmayacaktı! Kabul edilebilirliği kalmamıştı artık!
Ben yıllardır oturtamamıştım. Uyardığımda çok net “öğretmenim“ diyebilen çocuklarım, heyecanla bir şeyler anlatmak istediklerinde “öörttmenimmm“ diye bazı harfleri uzatarak ve bastırarak, bir ifade şeklini kullanabiliyorlardı! Fazla da ısrarcı olmuyordum. Sanem’se, bu konuda daha duyarlı davranmak istiyordu. O’nun tercihine ben, sadece saygı duyardım. Bir gün sınıfa girdiğimde, kendisi renkli elişi kâğıtlarından, çok orijinal ve yapımı çok kolay olan hayvancıkların kesimi üzerinde çalışıyordu, öğrencileriyle. Karşısında küçük, çelimsiz bir kız çocuğu kıvranarak:
Devamı yarın, saygılarımla, hoşça kalın…
http:www.kadriyecosar.blogspot.com

17.04.2010
- Örtmenim, helaya gideemm mi? Örtmenim, çok çişim geldi! Helâya gitcem ben, örtmenimmm! Deyip duruyordu! Sanem de:
-Tamam, seni duyuyorum ve de görüyorum! Nasıl söyleyecektik bunu? Hatırla bakalım! Benim istediğim gibi söylemedikçe; tuvalete gidemeyeceksiniz artık! Hatırla ve aynısını söyle bakalım! O zaman, ben de sana “tamam kızım, gidebilirsin, diyeceğim“ diyordu!
Kendimi çok çaresiz hissettim! İşine müdahale etme gibi bir düşüncem olamaz dedim, daha bir iki gün öncesi! Bu çocukları çok iyi tanıyorum, o anda bu çocuğun, istenilen o üç kelimelik “öğretmenim, tuvalete gidebilir miyim?“ cümlesini kurması, imkânsız gibi geliyordu bana! Çocuk kıvranıyor! Sanem, çok çalıştırdığı için öznesi, yüklemi yerli yerine oturtularak, kurulmuş olan; cümle yapısını artık, kesinlikle duymak istiyor! Eğitimde ikinci haftanın son günleri! Hala mı yaklaşımının, hâkim olduğunu görebiliyorum O’nda…
Ben söylediğimin altında eziliyorum ama dayanamayıp; Sanem’in kulağına eğilip:
- Durum çok vahim! Bu çocuk şimdi tuvalete gitsin! Sonra gene tekrar çalışarak, senin istediğin gibi izin istemesini sağla bence, sen! Dedim ama bir işe yaramadı!
Sınıftan çıkana kadar bir aksilik yoktu da!
Anasınıfıyla tuvaletlerin mesafesi, uzaktı biraz…
Bu da benim unutamadığım, anılarımın arasına girmiş işte! Sanem o zaman lise öğrencisiydi; ona rağmen çocuklara kazandırmış olduğu el becerilerini, konuşma şekillerini övmeden geçmem, doğru olmaz! O kısacık zamanda 23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramında şiirler okudular…
Öğrencileriyle müzik eşliğinde, ront gösterisi hazırlamıştı…
Birkaç tane çocuk şarkısı ve 23 Nisan marşlarını bile ezberleyerek, söylemişlerdi…
Tek cümle ile bu kadar kısa sürede çok güzel hazırlanıp, Bayram Sevincimize sevinç katabilmişlerdi…
Sınıflarını da çok güzel, kendilerinin hazırladığı kedimeler ve farklı şekilde hazırlanan kâğıttan yapılan süslerle süslemişlerdi…
İlk defa biz, birinci sınıfta çok zaman kaybetmeden, okuma yazma çalışmalarına başlayabilmiştik! Ertesi yıl, bu eğitimi almış, çocuklarla…
Okulların açıldığında o güne kadar, eline hiç kalem almamış, tutmamış çocuklarımızın sayısı her zaman; kalem tutmuşlardan daha çok olurdu…
Bu da bizim için zaman kaybı oluyordu…
İkinci yılımızda o sınıflara öğretmen veya stajyer öğrenci de görevlendirilmeyince; yarım dönemlik bir anasınıfı anısı yaşatmış olduk çocuklarımıza…
Sürekli aynı öğrencinin köye staja gelmesi zor olabilirdi! Sonuçta onlar lise öğrencisiydi! Ama yoktan var edilmeye çalışılan ve de bu kadar kısa sürede; bu kadar somut yararını gördüğümüz bu uygulamanın devam etmesi için kararlı davranılması bence şarttı! Sürekli aynı öğrenciyi değil de birer aylık veya daha kısa süreli staj dönemleriyle; aynı sınıfa çocuk gelişimi bölümünde okuyan; bu lise öğrencilerinin gelerek, stajı biten öğrenci, staja başlayacak arkadaşına, sınıfı ve öğrencileri hakkında gerekli bilgileri aktararak! Hiç olmamaktansa, görevin devir teslimini uygulayarak! Bu uygulama keşke devam edebilseydi! Ama etmemişti!
Şimdi ben de ancak anılarımı sizinle paylaşırken! “Bu sınıfların açık tutulmasını savunabilecek, bir yetki ve sorumluluğu olanlardan, olayıdım!“
Demekten başka bir şey, gelmiyor elimden…
Karar mercilerinde bulunabilmeyi; bu açılardan çok önemli buluyorum! İki dudağının arasından çıkabilecek bir öneri; kim bilir kimlerin yüreğinde, silinmeyen izler bırakabilecek!
Anasınıfımız yoktu da Sadık Bey de askere gitmişti. Beş sınıfın sorumluluğu tarafıma kalmıştı! Hep birleştirilmiş sınıflarda çalışmıştım da beş sınıfın eğitimini, aynı anda yürütmek zorunda kalmam ilk kez oluyordu! Tayin zamanları geçmişti, okulumuza kadrolu bir öğretmen ataması beklemiyordum da vekil bir öğretmenin görevlendirilmesini de dört gözle bekler olmuştum! Ne zaman bu konu hakkında şube müdürümüzle görüşsem, her seferinde:
- Durumunuzu biliyorum; en kısa zamanda sizin yükünüzü azaltacak bir gelişmeyi, size bildireceğim Hoca Hanım! Ancak vekil öğretmen verebiliriz galiba, diyordu.
- Benim beklentim de aynı yöndeydi! Görevlendirmenin de biran önce olmasının çok iyi olacağı, konusunda da fikrimi söylerdim her seferinde!
Hemen olması beklentimle, sıraları taşımamıştık. Bitişik olan sınıfların kapısını açık bırakıp, ben iki sınıf arasında mekik dokuyarak, derslerin konusunu işleyip, çocukları bilgilendirmeye çalışıyordum! Bir sınıfa konuyu anlatıp, tahtaya not yazarken; öbür sınıftakilerin bir bölümü tahtadaki notları geçirirken! Diğerlerinin müfredatında olmayan bu konuları onlar da dinlerdi de tahtadaki notları geçirme sorumlulukları olmazdı! Onlar o sırada verdiğim okuma parçasını okuyup, anlama veya anladığının aynı zamanda özetini çıkarma ile sorumlu olurlardı. Gibi bir yöntemdi bu birleştirilmiş sınıfta eğitim yapma durumu! Akşam eve gittiğimde:
- Başıma yazmayı bağlar, yatardım! Başımın ağrısından gözümü açacak halim kalmazdı çünkü! Yemek yapamadığım, yapabildiğimde de yiyemediğim günler, çok oluyordu! Bu tek başıma okulda kaldığım, beş sınıfın sorumluluğuyla cebelleştiğim bu zorlu süreçte!
Devamı yarın, saygılarımla, hoşça kalın…
http:www.kadriyecosar.blogspot.com

18.04.2010
Kendi ilkokul öğretmenim de beş sınıfı aynı dershanede okutmuştu da! Benim iki yıl boyunca, her gün iki saatimi gasp ederek, yürütmüştü bu işi! “hadi kızım sen, lojmana yengenin yanına git!“ diyerek, yapıyordu bunu! Ben ilkokul dört ve beşinci sınıfındayken, çocuk bakıcılığıyla çalışmaya başlamıştım aslında! Yirmi yılım dolunca da; emeklilik hakkını kullananlardan oldum ben! Gerçi ondan sonra bir altı yıl daha çalıştım ama patronum ve amirim olmadan! Farklı bir deneyim kazandıran bu altı yılda da unutamadığım yaşanmışlıklarım olmuştu! Onları da sizinle paylaşmayı çok istiyorum…
Bu zorlu günler devam ederken, Şube Müdürümüz beni makamına çağırmıştı. O gün ders çıkışı eve gidemezdim; doğru İlçe Milli Eğitim Müdürlüğüne giderek, Şube Müdürümüzün odasına gittim:
- Buyurun Hoca Hanım, hoş geldiniz! Buyurun buyurun oturun; dedi Şube Müdürümüz!
Genelde bir iş takibi için odasına girmek durumunda kalırsam, odaya girdiğimde başını kaldırır, göz göze geldikten sonra; hafifçe başını sallayıp, beni selamlardı. Veya:
- Buyurun Hocam; durum neydi? Veya mesele neydi?
Derdi, ben de niçin gitmişsem konuya girer, bilgi verir veya bilgi alır odadan çıkardım!
Bu sefer farklı bir ortam vardı. Israrla gösterilen koltuğa oturtulmamın ötesinde:
- Ne içersiniz Hocam? denilmişti bana!
Alışkın olmadığım bir durum karşısında, tedirgin olmanın ötesinde, kendi kendime
“Çok dikkatli ol kızım! Farklı bir ortamdasın; dediğimi anımsıyorum“
- Konuya girelim isterseniz, benim hiç zamanım yok Müdür Bey! Sağ olun, ben bir şey içmeyeyim, dedim.
- O zaman, bir çay alın bari Hocam, dedi Müdür Bey ve odaya iki çay istedi!
Çaylarımızı içerken, konuya girdi!
- Hocam biz sizin okulunuza vekil öğretmen görevlendirmenin kararını verdik.
- Çok sevindim. Ne zaman başlar arkadaş göreve? dedim!
- İşte onu konuşmak için çağırdım, sizi! Gelecek olan kişi lise mezunu.
- Okuduğunu ve dinlediğini anlayan birinin olması, bence çok önemli! Ben her konuda kendisine yardımcı olurum. Vekil öğretmenler genellikle, lise mezunu çocuklardan karşılanıyor. Ne zaman gelip göreve başlar arkadaş; Müdür Bey?
- Hocam, siz köye kendi arabanızla gidip geliyorsunuz değil mi?
- Evet.
- Okulunuza gelecek arkadaşınızı da getirip, götürürsünüz her halde?
- Bu konunun önceden konuşulmasına bile gerek yok, bence! Tabii ki!
- Görevlendirmeyi düşündüğümüz kişi, benim eşim! Hocam dedi!
- Olabilir Müdür Bey, benim için fark etmez; sonuçta vekil öğretmen olacak! Öğrenmeye açık olması halinde her konuda yardımcı olurum! dedim…
- Ben de öyle düşünmüştüm! Hoca Hanımın arabasıyla, beraber gidip gelirler, demiştim!
- Lafı mı olur? Müdür Bey! Kim olursa olsun, gidip gelme planımız hep aynı olurdu zaten! dedim…
- Ne zaman gelir eşiniz? Ben önceden kendisiyle görüşüp, evimi tarif edeyim! Veya size adres vereyim, eşinizle de telefonda konuşup, bazı şeyleri belirginleştiririz! Sonuçta ben eşinizi tanımıyorum; nereden, nasıl alacağım gibi küçük ayrıntılar bunlar! O da ilk gün için!
- Hoca Hanım! Bizim bir konuyu daha konuşmamız gerekiyor!
- Ne o? Dinliyorum, dedim!
- Benim eşim, “türbanlı ama“ dedi!
- O kendisinin tercihidir; Müdür Bey! Bu konuda ne söylemek istiyorsunuz ki? dedim! Veya benim ne söyleyeceğimi bekliyorsunuz ki?
İkimizi de bağlayan yönetmelik var elimizde! Ben köyümdeki okulumda; sizin de İlçede Milli Eğitimdeki görevinizde; uymakla yükümlü olduğunuz bir kurallar silsilesi! Olmazsa olmazlarımız! Her halükarda 657e tabii olanların, kayıtsız şartsız uymakla zorunlu olduğu, kesin karara bağlanmış durumlar, bunlar! Sizin de çok iyi bildiğiniz gibi…
Siz, farklı bir şey mi diyecektiniz?
- İşte, eşimin türban kullandığını söyleyecektim!
- İkimizi de aynı şekilde bağlayan “yönetmeliğimizin“ en ince ayrıntısı; okulumuzda vekil öğretmen olarak görevlendirmeyi uygun bulduğunuz, eşinizi de bundan böyle bağlar! Müdür Bey!
Anlaşacağımız yerden, eşinizi arabama alırım!
O anda giysileri beni hiç ilgilendirmez!
Tamamen, kendi tercihidir bence!
Ama okulun dış merdivenlerinden; ilk adımını atmadan önce, eşiniz türbanını çıkarır!
Gün boyu her türlü yardımlarımı esirgemem; aksine bunu sorumluluğum sayarım!
Çantasına koyduğu türbanını, okulun bahçe merdivenlerinden indikten sonra, istediği yerde, istediği şekilde bağlar!
Bu beni kesinlikle ilgilendirmez!
Tamamen kendisinin bireysel tercihidir, dedim!
- Ben de bunları konuşur, kendi aramızda hallederiz diye düşünmüştüm ama! deyince…
- Benim amirim olarak! Bazen yönetmeliğin, bazı maddelerini, görmezden geliverelim! Karşılıklı anlaşmamız halinde; bundan sonuçta zarar gören olmaz mı? Demek istiyorsunuz? Anlayamadım ben! dedim…
- Köyde sadece ikiniz çalışacaksınız da! O da zaten öğretmen değil! Bir anlaşma, uzlaşma zemini bulabiliriz, diye düşünmüştüm! Arabanızla da gidip, gelecekti zaten! deyince…
- Araba ve her türlü yardımda hiçbir sorun yok; Müdür Bey! Ben, amirim olarak size! Ben köyde de olsam; 657nin en ince ayrıntısına kadar, dikkat ederek! Görevimi, yönetmeliğe bağlı kalarak; yapmakla sorumlu olduğumu söylüyorum! Hepsi bu! dediğimde…
- Biz, biraz daha düşünelim! Sana bilgi veririz, dediler…
- İyi günler Müdür Bey; deyip odadan çıktım…
Görüşmemiz sonunda, evime giderken…
Farklı konumdaki, iki müdürün konuştuğu konulara bak be…
Biz de baş olup da…
Kurumların yönetilmesinden sorumlu olan iki kişiyiz…
Sorumluluğumuzun, büyük veya küçük bir yerde olması, ne fark eder ki…
Köyde veya ilçede…
İlçede veya ilde…
İlde veya ülkede…
Biz aynı anda; 657e tabii olan, iki Devlet Memuruysak…
İki kişi veya çok kişilik bir kurumda görev almamız…
Sorumluluklarımıza esneklik getirip, getirmememizde; ne gibi bir etken olabilirdi ki…
Devamı haftaya, saygılarımla, hoşça kalın…
http:www.kadriyecosar.blogspot.com

20.04.2010
Anlayamadıklarımın, daha doğrusu anlamak istemediklerimin, çok olduğu! Kimin nerede Müdür olduğu ayrıntısının, benim için hiç önemi yoktu! İki müdürün arasında geçen, etik dışı! Talihsiz bir konuşmaydı! Bu da işte böyle…
Aynı Şube Müdürümüz, birkaç ay öncesi, ben zorlanırım diye, okulumuzun idareci sorununda, benim yorulmamam için, o kadar da kafa yorup; çözüm arayışında bulunmuş ve bunu benimle paylaşmıştı üstelik!
Ben bir daha makama davet edilmemiştim ki! Bir gün okulumuzun bahçesinde, emekli bir öğretmenin geldiğini gördüm:
- Buyurun hoş geldiniz Hocam! dediğimde:
- Bakanlığın açtığı iki yıllık ön lisans programını bitirdim. Bizim zamanımızda, kadro derecemiz en çok 4/4üne kadar ilerliyordu.
- Biliyorum Hocam!
- Şimdi ön lisansıma göre intibakımın yapılması için; en az altı ay çalışmamız gerekiyormuş. Bu gerekçeyle, ben okulunuzda görevlendirildim, dedi.
- Ben de yalnız kalmıştım. Bir öğretmenin gelmesini dört gözle bekliyordum. Çok iyi Hocam, dedim ama bu arkadaşımızı endişelendirmişti!
- Nasıl olacak şimdi? Bana hangi sınıfı vermeyi düşünüyorsunuz? Ben bu saatten sonra, birleştirilmiş sınıf okutamam; takdir edersiniz ki dedi!
- Ben şimdi beş sınıfın sorumluluğunu götürmeye çalışıyorum. Madem çalışmak zorundasınız, adil bir şekilde paylaşırız sınıfları dedim.
- Bu yaştan sonra, benden kim ne bekleyebilir ki?
Dedikten sonra bu konu üzerinde daha fazla konuşmayı gereksiz gördüm! Ama “Lütfen Hocam, ben sizi köye getirir götürürüm! Siz kafanıza göre takılın işte diyemezdim ki!“ Bu yaklaşımını açıkça söyleyen birini, emekli öğretmen de olsa; sınıfa sokabilirsin de zorla çalıştıramazsın! Öğretmen, sınıftan içeri girdiğinde vicdanıyla baş başa kalır! Çalışma temposuna o an tamamen kendisi karar verir!
İşimin zorluğunu görüp, bu meslektaşımdan, hiç olmazsa, minimum şekilde faydalanmanın yollarını aradım! Sınıf paylaşım konusundaki düşüncemi paylaşmak istedim.
- Sınıf tercihinizi siz yapın Hocam!
- Sınıf mevcudu, en az olan sınıf hangisi? dedi!
- Biz birleştirilmiş sınıflarda götürüyoruz, eğitimi Hocam!
- Ben, bu sonuçta formaliteden oluşan, kısa süreli bir görev. Sınıf sorumluluğu verilmez diyordum ama…
- Bu düşüncenizi, keşke İlçe Milli Eğitim Müdürüyle görüşseydiniz, Hocam!
Sizin düşüncenize karşılık; ben size teklifimi yapayım!
- Birinci sınıflar için bu yıl, çok önemli! Onlarla, fişlerde epey yol aldık! Dört, beş ve birinci sınıfın birleştirilmesi; hiç düşünülmeyecek bir durum! Ama bu olanaklarda yapacak bir şeyimiz yok! Bu üç sınıfın sorumluluğu bende olsun! Size de iki ve üçüncü sınıfların sorumluluğunu verelim! Sizce nasıl bir paylaşım olur? Dediğimde, bana teşekkür etmesi gerekirken…
- Yaa bu yaşta, köyde, birleştirilmiş sınıflarda…
Diyerek daha bir sürü olumsuzluğu sıraladıysa da bunun ötesinde yapabileceğim; bir öz verinin olmayacağı için…
Kim, kime, ne için özveride bulunmak zorunda…
Anlamak, anlatmak da zor yaaa! Sonuçta altı ay çalışacak, emeğinin maddi karşılığını alacak ve yeni öğrenim durumuna göre de intibakı yapılacak...
Aynen böyle olmuştu sınıf paylaşımımız! Buna rağmen Hocamız o kadar çok sevk alıp, rapor aldı ki…
Sınıfların oturma düzenlerini bozduğuma pişman olduğum anlar çok oldu…
O yıl da böyle geçti…
Devamı yarın, saygılarımla, hoşça kalın…
http:www.kadriyecosar.blogspot.com

Hiç yorum yok: