17.12.2009

Aziz Nesin'e Mektuplar



Merhaba Sayın Nesin;
Bu fikir beni heyecanlandırdı ve ben aynı gün içinde size ikinci mektubumu yazmaya koyuldum bile. Bu her ne kadar tek taraflı ilan edilen, bir mektup arkadaşlığı gibi görünüyorsa da bugünden itibaren çok düzenli olarak size yazmaya devam edeceğim. Bu bağlamda siz de mektup arkadaşınızı tanımak ister misiniz? Biraz kendimi tanıtmaya çalışayım size.
Dünya tatlısı olan iki kızım var. Ama yüreğimde iz bırakan yüzlerce çocuğum var! Esmeri, sarışını, kumralı…
Ele avuca sığmayanı, günde üç kere kavga etmeden duramayanı, sürekli ilgi odağı olabilmek için üşenmeden dokuz takla atanı, suskunu, yerinde duramayanı, güç anlayanı, hemen kavrayanı…
Düzenli çalışanı, hiçbir şey yazmadan günlerce sınıfta oturanı…
Hepsi çok güzel, çok tatlı, çok sevimli…
Sevgiyle yaklaşıldığında çok çabuk şekillenen cıvıl cıvıl, yüzlerce cim cime! Hepsinin ortak yönü, çilekeş köy çocuğu olması!
Ben de köyde doğup, ilkokulu beş sınıfı aynı dershanede, bir öğretmen tarafından eğitilen, çocuklardan biri oluverince; çilekeş cim cimeleri anlama, tanıma, sevmenin ötesinde, onları unutamama hali başladı bende. Sizinle bu özel ve güzel çocuklarımın, ilginç anılarını paylaşmak istiyorum.
Ben sizinle onların yüreğimde iz bırakan anılarını paylaşırken, siz de mektup arkadaşınızı tanımış olacaksınız, ben de ilginç yaşam öykülerimizi sizinle paylaşmanın mutluluğunu yaşamış olacağım. Bu bağlamda, ilk aklıma gelen ilginç anım şu oldu:
Hani biz büyüklerin, çocukları konuşturmak için klasik sorularımız vardır ya. O yıl okulumuzda birinci sınıfları okutan Soner Bey de, böyle bir soruyla öğrencilerini konuşturmayı denediği bir anda verilen cevap karşısında şaşırmanın ötesinde, bir hayli duygulanıp, etkilenmişti.
Arkadaşımız öğrencilerine:
-Hepinize biraz düşünme zamanı veriyorum, sonra da sırayla kalkıp, büyüyünce ne olmak istediğinizi, söylemenizi istiyorum, demiş.
Bir köy ilkokulundaki birinci sınıf öğrencileri için çok da kolay bir soru sayılmazdı bu. Ebe ve öğretmen dışında farklı bir meslek hakkında hiçbir fikri olmayan çocuklar; ne desin şimdi bu soruya? Hadi kızların en azından iki seçeneği var! Ebe veya öğretmen olmak istiyorum; deme gibi. Ya erkekler ne yapsın? Öğretmenlik dışında herhangi bir meslek adı bile bilmeyen, seçme ya da olmak istiyorum deme şansına bile sahip olmayan ve bu şansızlığının ayırtında olamayan sevgili çocuklarım...
Keşke tek seçeneği olan mesleğe ulaşabilmeyi başarabilselerdi o da büyük kazanımları olurdu. Ama üzgünüm, ilkokuldan sonra eğitimine devam edebilenler, parmakla sayılabilecek kadar az oluyordu. Emekli bir öğretmen olarak son cümlemden utandım! Vicdanen huzurluyum ama. Sorumlu olduğum yıllarda her birinin okuyabilmesi için çok uğraştım. Somut örneklerim var da; keşke sayıları daha çok olabilseydi!
Büyüyünce ne olmak istiyorsun?
Sorusuna verilen bir yanıt. Öğretmen arkadaşımı o kadar çok duygulandırmıştı ki aramızda çok da yaş farkı olmayan arkadaşımız, o anı anlatırken çok duygulanıp, elimi öpmek istediğini söyleyince. Ben de meraklanmıştım.
- Ebe olacağım öğretmenim…
- Öğretmen olmak istiyorum…
- Ben de öğretmen olmak istiyorum…
- Öğretmenim, erkeklerden ebe olmaz ki ben de öğretmen olacağım, cevapları sınıfta uçuşurken. Kıvırcık kumral saçlı, kırmızı yanaklı, utangaç Rabia, ayakta ama suskun, düşünüyor…
Sınıf Öğretmeninin:
- Evet Rabia sen büyünce ne olmak istiyorsun, kızım?
Diye sorusunu tekrarlamasına rağmen. Mimikleri devreye girmiş ancak suskunluğu devam etmiş. Rabia, dudaklarını büzüp, gözlerini kısıyor, bir noktaya bakıyor, bakıyormuş…
Ne olacağına karar vermekte zorlanıyor, bir haldeyken. Gözlerini diktiği noktadan ayırıp, öğretmeninin gözünün içine bakarak:
- Ben, “Kadriye Coşar “ olacağım, demiş…
Bu yanıt karşısında öğretmeni:
- Tamam kızım, sen de öğretmen olmak istiyorsun, demek ki! Otur bakalım güzel, diyor ama…
Rabia yanıtını tekrarlayarak:
- Hayır öğretmenim! Ben öğretmen değil, “Kadriye Coşar“ olacağım deyince…
Rabia’nın kararlığı karşısında öğretmen arkadaşımız “tamam, anladım, aferin” ifadelerini kapsayan şekilde birkaç kere aşağı yukarı kafasını sallayarak, oturtmuş Rabia’yı.
Teneffüste yaşadığı bu anı bize anlatırken de heyecanı devam ediyordu. Önce anlayamadım, sonra da:
“Sizin adınıza gurur duydum. Sizi tebrik etmenin ötesinde, elinizi öpmek istiyorum hocam!“
Demekle kalmayıp aniden elime sarılıp da öpmeye kalkmasıyla, beni de şaşırtmıştı o gün, Soner Öğretmenimiz...
Onun dudaklarına yapışmış elimi, alnına götürmesini engellemeye çalışırken ben:
- Rica ederim Hocam, lütfen!
Dememe kalmadan; elimi O’nun alnında bulmuştum bile…
Birkaç gün sonra ablasından kalan rengi solukça, siyah okul önlüğünün altındaki kahverengi zemin üzerine yeşil dalları ve yaprakları olan pazen şalvarı ve siyah lastik ayakkabısından göze çarpan kırmızı çoraplarıyla, tam anlamıyla bir renk cümbüşü oluşturmuştu Rabia. Ben de köy kahvesinden getirttiğim çayımı yudumlarken, bahçe duvarına oturmuş, okul bahçesinde oynayan çocukları izliyordum. Bir ara Rabia ile göz göze geldik. Dağınık kıvırcık saçları terden ıslanmış, alnına yapışmıştı. Islak saçlarını eliyle yukarıya doğru tarar gibi yaptı. İri kahverengi gözlerini kaçırmadı. Bir an oyundan kopmuştu, bakışlarımı farkedince. O’na baktığımı fark etmesinden bir hayli hoşnut olduğu gözlerinden çok rahat okunabiliyordu.
Ben gözlerimi kırparak, başımı da gel bakalım, anlamında salladım. Koşarak yanıma geldi. Kollarını iki yanına sarkıtıp, sabırla bekledi. Ben:
- Senin adın Rabia! Büyüyünce nasıl “Kadriye Coşar“ olacaksın? Bakalım, dedim!
Tebessüm etti, duymuş olduğumdan hoşnutluğunu saklayamadı. Anlatacakları vardı da ifade edebilmesi pek de kolay olmuyordu sanki. Ve şöyle dedi:
- Örtmenim, anam beni çok dövüyo, babam da, ağabeylerim de dedi! Başı birden eğildi, utandı, sustu…
- Neden canım? Sen dinlemiyor musun? Onları dedim! Okulda çok saygılı, akıllı bir kızsın. Neden dövüyorlarmış bakalım seni? Anlat, anlat dinlemek istiyorum! Ne oluyor da? Sen neleri yapmıyorsun da? Dövüyorlar seni! Dedim.
Utangaçlığı artınca yüzü daha fazla kızardı o an. Yüzü yere düşmüş bir halde, dilinin döndüğünce anlatmaya başladı:
- Dinliyooon dedi. Mahsunca boynu büküldü, sustu…
- Olmaz öyle şey, çocuk dövülür mü canım? Sevilir, dedim!
Başı önünde, bunları ifade etmekten utandığı, her halinden belli oluyordu. Suskunluğunu bozdu, çatlayan ellerini gösterdi:
- Bak, çok acıyor dedi…
- Soğuktan çatlamış ellerin, arko kremi yok mu evde? Ondan sürsen iyi gelir, dedim.
İki dudağını hafiften aralayıp, kenetlenmiş dişlerinin arasından çıkardığı “ççççkk” sesiyle, çatlama olayına netlik kazandırmaya çalıştı:
- Ablam bir tencere su ısıtıyo… O sıcak suda buleşikleri hep sabunluyo, ben de soğuk suyla hep durluyon. Havluyu da süpürüyon, dedi!
Gene sustu…
Aslında büyüklerini dinlediğini anlatmaya çalışıyordu da iş dayak faslına gelince, zorlanıyordu. Çantamı getirttim, sınıftan. İçindeki yağlı arko kreminden ellerinin üzerine biraz sıktım, ovalamasını istedim. Sevinivermişti, susarak gülümsedi…
Sonra cesaretini toplayıp, duygularını üç kısa kelimeyle ifade etti:
- Sen çok iyisin! Dedi...
- Aaaa teşekkür ederim Rabia! Nasıl anladın bunu? Dedim.
- Hiç kimseye kızmıyon, bağırmıyon, dövmüyon dedi! Ekledi:
- Ablam deyo ki, yolda bilen analarımıza, babalarımıza “Şu çocukları dövmeyin!“ deyomuşsun...
Ablası beşinci sınıfta okuyor ya, O daha kıdemli, bizleri daha iyi tanıyor, tanımakla da kalmayıp, tanıtmaya da çalışıyor ki besbelli...
- Eeee doğru söylüyor, ablan! Çocuklar dövülmez ki canım, sevilir! Dedim.
Başını kaldırdı, tebessüm etti. Gözlerinin içi gülüyordu. Teneffüs saati de bitiyordu:
- Hadi koş, zili al çal da arkadaşların derse girsin artık, dedim.
Gülerek uzaklaştı. Koşmuyor da sanki uçuyordu, o anda. Demir kapının önüne çıkıp büyük bir keyifle, sevinçle zili, o acıyan, çatlamış elleriyle, uzun uzun çaldı. Aradaki onca mesafeye rağmen, gözümün içine bakarak, sevincini, mutluluğunu bana iletebilmeyi başararak…
Çocukların:
- Yeter be, tamam, sağır değiliz, duyduk!
Demelerine hiiiiç aldırmadan, zili salladı, çaldı, çaldı…
İstediği kadar çalmasını, zevkini çıkarmasını bekledim. Süreyi Rabia belirledi, yüzündeki gülücükler, zili çaldığı sürece hep vardı…
Ufacık şeylerden, ne büyük sevinçler yaşayabiliyorlardı! O küçücük dünyalarını görmek, tanımak, orada var olabilmenin geri dönüşümünün bu kadar güzel ve unutulmaz olacağının hiç ayırtında değildim o zamanlarda ben de. İşimi yaptığımı sanıyordum! Şimdi olanları anımsayıp, sizinle paylaşmaya başladığımda, bunu daha iyi anladım. Yüzümdeki tebessümler, içimdeki sızıyı dindiremedi…
Rabia’nın birincil hedefi öğretmen olmak değilmiş; öğretmeni gibi olmak istiyormuş meğerse!
Evet, Sayın NESİN! Ben, tayin kanallarına girebilmeyi beceremeyen, hep köyde çalışarak, emekli olan bir köy öğretmeniyim! Aynı zamanda, bir köy çocuğuydum da zaten...
Mektubumda kendimi ve yazma gerekçelerimi size anlatmaya çalıştım, dilimin döndüğünce. Unutamadığım anılarımı sizinle paylaşabilmiş olmanın heyecanını duymaya başladım bile! Mektup arkadaşı olarak kişi sizi seçer de heyecanlanmaz mı? Heyecanım artıkça artıyor, telaş ve tedirginliğe dönüşüyor! Sizin gibi birine mektup yazma isteğimi hoşgörüyle karşılamanız umuduyla...
Saygılarımla, hoşça kalın efendim...

Hiç yorum yok: