23.02.2007
SAYIN AZİZ NESİN
Yüreğimde yer bulan yüzlerce çocuğumun olduğunu söylemiştim ya. Bu gün size bunlardan güç kavrayanlarıyla, aramızda oluşan ilginç olayları anlatmak istiyorum.
Biz, köyde öğrencilerimizi birinci sınıfta alıp, aynı öğrenci gurubuyla beş yıl birlikte çalışamıyorduk. Öğretmen sayısına göre birleştirilmiş sınıflarda eğitim öğretimimizi yapıyorduk. Birinci sınıfları okuttuğum yılın birinde, aynı sınıfta ikinci yılı olan Necla’yı da unutmam mümkün olamamıştı. Necla kendi halinde, sessiz sedasız, arkadaşlarıyla kavga etmeyen, uysal bir çocuktu. Ancak derse ilgisi, öğrenmeye karşı isteği, hevesi yoktu.
Eşi ebe olan öğretmen arkadaşım, sağlık sorunlarıyla bana göre daha yakından ilgilenen biriydi. Bahçede oynayan Necla’yı göstererek, bana:
- Bu sene işiniz zor! Dedi.
- Neden? Anlayamadım! Dedim.
- Necla dedi. Sınıfımda öyle bir öğrencim olsun istemezdim.
- Ben O’nun ablasını da okuttum, senin gibi düşünmüyorum, dedim.
- Ablasını bilmem ama Necla “mangon” dedi.
- Nerden anladın? Dedim.
- Çok belli oluyor…
Dikkat et bak, kafası normalden daha küçük, bakışları farklı, hareketleri daha yavaş. Mangon tipi var onda. Çok durgun oluyor bu çocuklar, özel eğitime gitmesi gerekir, aslında. Okumayı, yazmayı öğrenemez, dedi.
- Ne Necla’lar gördük bu okulda! Öğrenir, öğrenir… Dedim.
İnatlaştı, kararlıydı:
- Görüşürüz, dedi.
Şarkılar, oyunlar, okulu sevdirme etkinliklerinin yanı sıra, defter ve kalemi doğru kullanma çalışmalarına da başlamıştık. Necla’nın ikinci yılı olduğundan, çizgi çalışmalarından sıkılabileceğini kabullenip, ona bu çalışmalarda tolerans gösterip, sıkılmasını engellemeye dikkat de etmiştim. Ancak Necla aynı toleransı fiş çalışmalarına geçince de kullanma kararlığındaydı. Fişleri yazmamakta direniyor, hele de akşamları kendi kendine tekrar çalışmalarına hiç pirim vermiyordu.
Ablasını da üçüncü sınıfta tanımıştım. Hala okuma, yazma yeter sizliliği vardı. Ara sınıflarda normal programı uygularken, sınıf seviyesinin altında olan çocuklarla, mutlaka ayrı, özel bir çalışma yapıyordum. Bunları bilmeyen öğrencinin bu sınıfta ne işi var? Deyip suçlu aramanın, kayıptan başka bir şey olamayacağı inancındaydım. Aslında birleştirilmiş sınıflarda eğitim yaptığımız için birinci sınıfta bir yolunu bulup, mutlaka okuma yazmayı en iyi şekilde öğretmemiz, konusunda, karalı olmamız gerektiğini düşünüyordum.
Uyarılarla Necla’yı istenen seviyeye getiremiyordum. Çocuk da uysal, saygılı, sessiz, sedasız biriydi. Uzun uzun düşündüm. Necla’yı hareketlendirmek, hızlandırmak, çalışmaya karşı istekli kılmak gerekiyordu da nasıl olacağına, bir karar vermeliydim. Farklı bir yöntem belirledim. Öğlen teneffüsü için zil çaldığında uygulamaya geçebilmenin yolunu aradım. Necla’nın yanına gidip “sen kal” dedim, sessizce. Diğer öğrencilerime de:
- Afiyet olsun çocuklar! Gidebilirsiniz, dedim. Koro halinde:
- Sağ ol!
Yanıtı sınıfta yankılanırken Necla ile ben birbirimize bakışmaya başlamıştık. Necla bir anlam verememenin ötesinde biraz da ürkmüştü. Ne yaptım ki? Ben şimdi! Dercesine kendisini sorguluyordu. Ben yüzüme bambaşka bir maske takıp, Necla ile konuşmaya başladım. Maskem, Necla’ya daha yakın bir yüz ifadesi taşımalıydı. Benim yanımda O’nun ayrıcalığı olduğuna inandıran bir ifade taşıması gerekiyordu. Ben dersime çok çalışmıştım, sıra Necla’ya bunu anlatabilmekteydi. Yüzümde gülücükler, sevimli, tatlı bir bakış olması gerekiyordu:
- Gel bakalım Necla! Dedim.
Masamda oturuyordum. Şaşırdı ama geldi. Korkusu, tedirginliği, şaşırmışlığı, yüzümdeki ifadeden dolayı kaybolmaya başlamıştı. Geldi, masamın önünde durdu, ben:
- Kız Necla! Benim seni ne kadar çok sevdiğimi görmüyor musun? Anlamıyor musun? Sen dedim…
Gözleri koskocaman açıldı. Şaşırdı ama sustu! Ben devam etmeliydim:
- Sen beni hiç mi sevmiyorsun? Dedim!
- Seviyooon! Dedi…
- Eeee bu nasıl sevmek? İnsan sevdiğini böyle üzer mi? Dedim…
Necla şoklarda!
- Bak, ben diğer arkadaşlarını da çok seviyorum ama hepsi beni dinliyor, söylediklerimi yapmaya gayret gösteriyorlar. Ya sen! Sen ne yapıyorsun? Yazarken çizgilere hiç dikkat etmiyorsun, baştan savma, gelişi güzel yapıyorsun. Evde de hiç tekrar yapmadan geliyorsun.
Fişler bu kadar azken, yeni gelen arkadaşlarının gerisinde kalıyorsun. Fişler birikince ne olacak? Hepsini birbirine karıştıracaksın. O zaman, ben daha çok üzüleceğim. Sen istersen, şimdiden başlayarak çok çalışıp, daha dikkat ederek, yapabilirsin! Ama sen beni sevmiyorsun ki beni hiç dinlemiyorsun! Benim dediğim gibi yazmıyorsun, hatta evde hiç çalışmadan geliyorsun. Sen istesen, beni de sevmiş olsan, çok rahat yaparsın ya! Dedim, sustum.
- Seviyon örtmenim, seviyooon! Dedi. Üzüldüğü her halinden belli oluyordu.
- Eeeee bu nasıl sevgi canım? Ben anlayamıyorum! Gel o zaman seninle bir anlaşma yapalım, dedim. Sen derste beni daha dikkatli dinleyeceksin, daha güzel yazmaya özen göstereceksin, hele de evde benim istediğim kadar yazarak, tekrar yapıp, geleceksin. Tamam mı? Söz verebilecek misin? Derken ben…
Necla’nın yüzündeki ifade bozuldu, hüzün çöktü gözlerinin içine! Seviyoon demekle, bu işlerin olmayacağını, O da çok net anlamıştı.
- Bak Necla, okula, okuma yazma öğrenmek için gelinir. Daha sonra daha farklı, birçok güzel konular hakkında bilgi edinilir ancak ben her çocuğa okuma yazma öğrendiği için güzel, kocamaaann bir bebek almaya kalkarsam, maaşım yetmez ki! Ama sen benim istediğim gibi çalışırsan, bak sana söz veriyorum! Sen okuma yazmayı öğrendiğinde, sana kocamaaann bir bebek alacağım! Dedim.
Necla iyice şaşırmıştı.
Ben kararlıydım.
- Eeeee ben daha ne yapayım? Dedim.
Seni çok seviyorum! Diyorum...
Çalışmamakla beni çok üzüyorsun! Diyorum...
Kocamaaann bir bebek alacağım! Diyorum...
Ellerimi iki yana açarak:
- Bak bu kadar büyük, hem de saçlı bir bebek olacak! Dedim...
Saçlı bebeğin hayali bile Necla’yı mutlu etmeye yetmişti. Gülmeye başladı. Çok sevinmişti.
- Var mısın anlaşmaya? Öyle, seviyooon öğretmenim! Demekle olmaz; Necla! Dedim.
Beni dinleyeceksin.
Çalışacaksın.
Okuma yazmayı öğreneceksin.
Kocaman saçlı bebeği sen kazanacaksın! Dedim.
Tamam mı? Söz veriyor musun? Dedim.
- Tamam! Dedi, ben:
- Bitmediii, deyince...
Necla’nın sabrının bittiğini anlayabildim, yüzü gene asılmaya başlamıştı.
- Necla! Anlaşmanın bir şartı daha var. Dedim, devam ettim:
- Hiç kimseye bu anlaşmamızdan bahsetmeyeceksin. Ben de bebeği zaten gene böyle herkes eve gittikten sonra vereceğim, dedim. Tabii ki sen de sözünü tutup da çalışıp, okuma yazmayı, öğrenirsen, diye ekledim.
Tekrar sevindi, gülümsemeye başladı:
- Tamam! Dedi.
Elimi uzattım:
- Anlaştık o zaman, dedim. Bu ikimizin sırrı olacak, seni seviyorum ama ben diğer arkadaşlarını da çok seviyorum. Eğer sana bebek alacağımı öğrenirlerse, üzülürler, dedim.
- Tamam, tamam! Dedi sevinerek…
Ben bir adım daha atıp, başını okşadım. Okşamakla da kalmayıp, O’nu kendime doğru çekip, sarıldım, yanağından öptüm…
- Sana güveniyorum! Dedim. Sen bu sırrı saklayacaksın, çok çalışıp, okuma yazmayı da öğreneceğine de inanıyorum.
İşte o zaman, ben de senin, beni sevdiğini, anlayacağım, tamam mı?
Hadi afiyet olsun, sen de gidebilirsin, dedim.
Necla’ya özel olarak ayrılan bir on dakikanın geri dönüşümü, ilerleyen çalışmalarımızda gayret ve özen olarak yansımaya başlamıştı. Yaşına rağmen olaya bir sır gibi bakabilmişti Necla! Duyulsaydı, diğer çocuklar mutlaka dile getirirdi, kimse bu konu hakkında, konuşmamıştı. Necla sırrımızı saklamakla kalmayıp, olması gerektiği gibi dersine de çalışıyordu. İlerleyen ayların birinde maaşlar alınmış, taksitler yatırılmıştı. Kalan parayla da ay sonu getirilecekti. Hesaplar yapılmıştı, hesaplanamayan bir durumun, beni bu kadar zorlayacağı hiç aklıma gelmemişti. O ayın sonlarına yaklaşmıştık her şey yolunda gidiyordu da henüz aybaşına sekiz gün vardı ki Necla okumaya başlamıştı.
Sözümü tutmama gibi bir düşüncem kesinlikle olamazdı. Aybaşında önce Necla’nın saçlı bebeği alınacaktı. Ama Necla kararlıydı, okuyordu, bebek hemen alınmalıydı. O’nu okuyup, doğru yazdığı için alkışlatmam, yetmiyordu! O’nun bütün gayreti, amacı, bir şeyler öğrenmek değil, öğrenme sonunda kazanacağı bebekmiş meğerse! O’nu anlayabiliyordum da aybaşı için gün saydığımı O’na anlatamıyordum. O’nun da bana anlatamadıkları varmış ki seçtiği ilginç bir yöntemle bana güzel bir ders vermeye kalkmıştı.
Bir gün derse girdiğimde, masamın üzerinde bir takvim sayfası vardı.
Maviş gözlü, sarışın bir bebek resmi vardı bu takvim yaprağının üzerinde. Hiçbir yorum getiremeden, ben gayet safça:
- Bu kimin çocuklar? Çok güzel defter, kitap kaplanır bununla, kiminse alsın dedim. Necla kalktı:
- Benim, dedi! Size getirdim ben onu!
“Başımdan kaynar su döküldü! Sanki derler ya…”
Onun anlamını o an öylesine derin duygularla, yaşadım ki! Emekliliğimde bile unutamayacağımı, o an tahmin edemeden aldım, Necla’dan dersimi ben! Takvim yaprağını alsam olmaz, almasam hiç olmaz! Ben zaten gün sayıyordum, kalmış şunun şurasında sekiz gün. Mesajı aldım, gülümseyerek:
- Aaaa çok güzelmiş, teşekkür ederim, dedim.
Ama olaydan sıyrılmam basbayağı çok zor olmuştu! Teneffüste gene yalnız kalıp konuşmalıyım, dedim kendi kendime, öyle de yaptım:
- Necla sen sözünü tuttun! Çok da güzel çalıştın, aferin! Şunu bil ki ben de sözümü unutmadım, maaşımı alınca bebeğini getireceğim, dedim.
Bu kısa ve özlü açıklamayla olaya netlik kazandırmış saydım kendimi. Ertesi sabah geldim, bir terslik yok. Sevindim Necla’nın adına. İyi ki söyledim çocuğa, unuttuğumu sanarak, boşu boşuna huzursuz olacaktı, diye düşündüm, rahatlamış hissettim kendimi. Ancak hala rahatlayamayan biri vardı ki O’nun da Necla olması, benim de huzurumu bozuyordu. Çünkü O tek sorumlu olarak beni görüyordu. Bir gün önce sözümü unutmadığımı söylemiştim ancak ertesi günü de okula eli boş gelmemi, Necla kabullenememişti, anlayamamıştı. Sabahtan ben okula eli boş gelmiştim ama öğleden sonra Necla, takvim yaprağının ikinci sayfasını getirip, ben yokken, gene masamın üzerine, bırakmıştı. Görmezden gelemedim, gene:
- Bu kimin çocuklar? Dedim!
Necla gene ayağa kalktı:
- Benim ama size getirdim, dedi.
Aldım, teşekkür etmedim, gene çekmeceye attım. Gün sayıyordum. Necla ertesi günü de üçüncü bebekli takvim yaprağını da masama bırakınca, geriye kalan beş gün için sabredemeyeceğini, anladım! Eve gidince çocuklarımın oyuncaklarına baktım. Küçük kızımın çok sevdiği ŞİRİNE’ye göz koydum! Yeterince oynayamamıştı, istesem kesinlikle vermezdi, anlatsam anlamazdı! Anlayabilmek çok önemliydi! Belli ki Necla da “maaş” kelimesini anlayamamıştı! Ama ertesi günü de okula eli boş giderek, Necla’ya bu kez de bunu açıklayarak, biraz daha sık dişini demek istemiyordum. Akşamdan bunu çözmeliydim. Kızımdan habersiz, bir gelişme oldu. ŞİRİNE denildiği gibi kocamaaaandı…
Üstelik de saçlı! Sardım, sarmaladım, büyük bir hediye paketi oldu. Ertesi gün çantam, plan defterim, öğlen yemeği için sefer tasım, kocaman hediye paketimle evden ayrıldım! İlçe içinde yaklaşık on beş dakika yürüyerek, köy dolmuşlarının kalkacağı durağa geldim. On altı yıl çalıştığım köyümün, düzenli çalışan ulaşım aracı yoktu. Başka köylerin dolmuşlarına biniyor, köyümün yolunda iniyordum. İniyordum da köy yolunda dağa doğru yarım saat daha yürüyerek, okuluma ulaşabiliyordum!
O sabah beni görünce en çok Necla sevinmişti. Ancak ben doğru müdür odasına giderek, paketi odada bıraktıktan sonra sınıfa gitmiştim. Derslerimizi işledik, Necla üç ders boyunca en çok meraklanan kişi olmuştu! Son dersimizin, son dakikasında, Necla’nın kulağına eğilerek, sessizce:
- Çık zili çal ama sen kal! Dedim.
Necla’yla gene sınıfta, sadece ikimiz kalmıştık. Onu övdüm, tebrik ettim, hediyesini verdim. Merakımı gidermiş olmak için:
- Maaş ne demek Necla? Biliyor musun? Dedim.
Tahmin ettiğim gibi bu konuda hiç fikrinin olmadığını da görmüş oldum. Çekmecedeki takvim yapraklarını da çıkararak:
- Bunlar çok güzelmiş de senin daha çok işine yarar. Sen bunları da al, sakla, defterlerini kaplarsın, dedim.
- Tamam! Dedi sevinerek, yel gibi esti gitti…
Üçüncü mektup konumu düşünmeye başladım, bile! Sayın Nesin.
Saygılarımla…
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder