28.12.2009

Aziz Nesin'e Mektuplar

24.02.2004
Saat 21.00
SAYIN AZİZ NESİN
Biz, köydeki okulumuzda, çocuklarımızın eğitim öğretimlerinin dışında, birçok sorumlulukları da göğüslemek zorundaydık. Her ne kadar ilkokul zorunlu ve parasızdır diye anayasamızda ilgili bir maddemiz varsa da bu maddenin, olmasa olmazları yerine getirilmeyince, boşlukları doldurmak da biz öğretmenlere düşüyordu. Üç derslikli okulumuzu ısıtmak için sadece yarım ton kömür veriliyordu. Bu durumda yakacağımızı da kendimiz bulmak zorunda kalıyorduk. Sobalarımızı yakacak, sınıflarımızı temizleyecek, bir görevlimiz de olmayınca, çocuklarımızla işbirliği yaparak, bunların da üstesinden geliyorduk.
Yetmeyen kömüre çözümü, sabahları çocukların okula gelirken okul çantasının yanı sıra, birer ikişer parça da odun getirmelerinde bulmuştuk, çantayla odunlar ayrılmaz ikili konumuna gelmişti. Çocukların rahatlığı adına, velilerden belirli zamanlarda, birer çuval odun getirmeleri önerimiz, kabul görmezdi. Her gün bir parça odun göze gelmiyor, hiç de sorun olmuyordu.
Sobaları yakmaya gelince, dört ve beşinci sınıf öğrencileri arasında yaptığımız nöbet çizelgesi işe yaramıyordu.
Nöbetçi öğrenciler sobaları yakmaya çalışırken, genellikle henüz yakamamışken, biz okula gelmiş oluyorduk. Sobalarımızı da kendimiz yakıyorduk. Sürekliliği olmasa da muhtar bazen köyden biriyle anlaşıp, sobalarımızı yakma ve derslerden sonra sınıfların temizliği için köyden bir vatandaşla anlaşma yaptığı aylar oluyordu, bazen.
Yanan bir soba kışın bizi çocuk gibi sevindiriyordu. Çünkü okula gelesiye kadar yarım saat köy yolunda yürürken ya çok üşümüş ya da sırılsıklam ıslanmış oluyorduk. Köy yolu boğaz gibiydi, dağdan esen rüzgâr, şemsiye açmamızı zorlaştırıyordu. Zaten çizmelerin de ucuzunu tercih ettiğimizden, onlar da su çekiyordu. Islak çoraplarımız soğuğu yedikçe, ayaklarımız donuyordu. Yanan sobanın bizi sevindirmesi bundandı. Yanar durumdaki sobanın çevresinde ısınmanın ötesinde, çorapları kurutmanın keyfi de bir başka güzel oluyordu.
Sınıf dolabımızda birer naylon terliğimiz de oluyordu. Hafta içi sıralarımızı çekmeden hafif su serperek, sınıfları çocuklara süpürttürüyorduk da cumaları öğleden sonra, bir ders yaparak, ödevlerimizi vererek çıktığımız teneffüste, işe koyuluyorduk.
Öğrencilerimizin bahçedeki musluklardan, sınırlı sayıdaki kovalarımızla taşıdıkları sularla, yetersiz sayıdaki süpürgelerle, çocuklarımızla beraber, sınıflarımızı da yıkıyorduk. Dolabımızdaki naylon terliklerimizi kullanmaz da ayakkabılarımızla bu işleri yaptığımızda, ıslanan ayakkabılar bir sonraki haftada sertleşip, kullanımını zorlaştırmanın ötesinde, çabuk eskimelerine de sebep oluyordu. Çocuklar, okula naylon ayakkabılarla geldiğinden, onların çoraplarını çıkarması yetiyordu.
Her hafta sonunda sınıflarımızı yıkardık da dönem içinde iki üç kez, sınıfımızın camların da silerdik. Sınıfları yıkadığımızda camlarımızı da silmeye kalkarsak, sadece son ders yetmediğinden, camlarımızı öğlen teneffüslerimizde kendimiz siliyorduk. Çürümüş çerçevelere ve macunsuz camlara güvenemediğimizden, cam silme işinden, çocuklarımızı özellikle uzak tutardık…
Onlar da durmadan, “öğretmenim ben de yardım edeyim mi?“ deyip yakın çevremizden hiç uzaklaşmazlardı. Öğlen teneffüsünde sobalarımızın üzerinde ısıtarak yediğimiz yemeğin üzerine içilen demli bir çayın keyfi de bambaşka oluyordu. Bir arkadaşımız acıyı çok seviyordu. Köydeyse sebze çok, yazdan iplere dizilerek, kurtulan biberler, kışın tüketiliyordu. Bu acı sever arkadaş bir gün; ismen adaşı olan öğrencisine:
- Bahriye, kuru biberiniz var mı? deyince
- Çoook öğretmenim, cevabı karşısında.
- Bize biraz acı biber getirsene, demişti.
Bahriye biz yemeğimizi ısıtamadan, acı biberleri getirmişti bile. Biberleri görünce iştahı açılan arkadaşımız, onları da sobanın üzerine bıraktı. Kısa bir süre sonra kuru biberler sınıfa çok hoş bir koku yaydı, sobanın sıcaklığıyla da çıtır çıtır oldular. Benim midem ağrıdığı için acıyla, ekşiyle pek barışık sayılmazdım. Arkadaşlar bu acı biberleri öyle bir iştahla yediler ki!
- Ay ne güzel acısı var.
- İyi ki biber istemek aklına gelmiş, kuru fasulyeyle de ne güzel gitti.
- Evet, biberleri çok güzelmiş, etli etli…
Diye söylene söylene afiyetle yediler. O gün yenilmeyen yazdan kurutulmuş biberler dolaba özenle kaldırıldı; sonraki günlerde aynı işlemle tatlandırılıp, tüketilmişti. Kuru biber yeme arkadaşlarda alışkanlık yapmıştı. Bahriye’lerin, kuru biberleri de etli etli bir başka lezzetliydi sanırım ki yerken, hakkını vere vere, fazlasıyla dile getiriliyordu bu tat olayı. Bitince, gene aynı yöntemle biberlerine kavuştular, gene öve öve afiyetle yediler. İkinci gelen biberler de bitince, satın alınan bir yiyecek türü olmamasının verdiği rahatlıkla, bunlar gene aynı öğrenciyi, aynı taleple eve göndermişti. Bahriye okula gene çok çabuk gelmişti ama bu kez eli boştu, yüzünde de üzgün bir ifade vardı:
- Öğretmenim, biberlerin çizisi bir milyonmuş, dedi. (günümüzün 1YTL’si)
Teftişlerimizde müfettişler okulu temiz görmezlerse, öğretmen olarak bizi eleştirebiliyorlardı. Ama biz sınıflarımızı ne eleştiri almama, ne köylüye yaranma, ne de istediğimizde kışın tüketilmeyenlerinin, yazın çöpe atıldığı kuru biberlerinden, bolca alabilme adına yıkıyorduk! Ortam ve şartlar neyi gerektiriyorsa, en iyisini yapmaktan hiç gocunmuyorduk. Bunların, bizim asıl sorumluluğumuz olmadığının da bilincindeydik!
Asıl sorumlular kafalarını kuma gömünce, işin ehli olanlar olması gerektiği yerde olamıyor, başlar ayak, ayaklar baş oluveriyordu! Şimdi emekliyim, başlar ve ayaklar konusundaki karmaşa, kargaşa hep aynı çarpıklığıyla devam ediyor...
‘’2007’de yazmış olduğum mektupları Büyük Tire Yerel Gazetesinde kitap tefrikası olarak yayınlamaya karar vermiştik. Bu gerekçeyle mektuplarımı tekrar elden geçirip, bana ayrılacak sayfaya göre bölüp, tarihlemeye çalışıyordum ki! Bu mektubumdaki biber seven Terlan Yenigün ve Bahriye Bolpaça isimli iki arkadaşımın da vefat etmiş olmasını anımsamam duygulandırdı beni! Sizleri rahmetle andım ama çalışmama ara vermek zorunda kaldım! Gözüme toz kaçtı gene bak! ’’
Aynı günde size yazmaya çalıştığım ikinci mektubumu da bitirdim Sayın Nesin. Saygılarımla…

Hiç yorum yok: