25.02.007
SAYIN AZİZ NESİN
Yaz döneminde köylüler, işleri gereği ovadaki çardaklarına göçtükleri için okulun ilk açıldığı birkaç ayında, çocuklarımız kilometrelerce yolu yürüyerek okula gelirken, bir gurup çocuğumuz da köyümüzün mezrasından her gün kırk beş dakika yürüyerek gelip; dönüşte ikiye katlayan bir sürede çıkarak aynı yolu, okullu olmaya çalışırlardı. Köyümüz dağın eteğinde kurulmuş, dağın zirvesindeki mezrada ise yirmi kadar bir aile yerleşmişti.
Kırsaldan büyük şehirlere bin bir umutla göç edip de şehirli olamayanlar gibi okulumuza, dağdaki mezradan gelen çocuklarımız da çok ilginçtir, bir türlü köylü olamıyorlardı. Mezradan gelen çocuklarımız her zaman daha ezik, daha çekingen ve utangaçtılar. Köylüler onlara dağda oturduğu için “dağlı” diyorlardı. Anne babalarından bu lakabı çok duyan öğrencilerimiz, çok sık uyarılarımıza rağmen, okulda bu dil alışkanlığını değiştirmekte zorlanıyorlardı. Kendi aralarında gelişen her olayda, mezradan gelen çocuklardan bahsederlerken, adının önüne ”dağlı” lakabını mutlaka ekleyerek, konuşmaya başlıyorlardı. Uyarılarımız sonuçsuz kalınca, bunun yanlışlığını anlatabilmek için:
- Biz, sizinle konuşurken Köylü Ayşe, Köylü Ali diyor muyuz?
Siz köyde oturuyorsunuz diye şehirde oturan birinin, adınızın önüne her zaman
“köylü” lakabını ekleyerek size seslendiğini düşünün, bu durum hoşunuza gider mi?
Örneğiyle duygudaşlık yapabilmelerini sağlamaya çalışıyorduk ancak eve gidince, evde ve sokakta “dağlı” kelimesinin çok kullanılır olması çocukların bu alışkanlıklarını değiştirmesinde olumsuz etki yapıyordu.
Bizi fazlasıyla uğraştıran yoran bu “dağlı” kelimesi; adının önünde, lakap olarak kullanılan, mezradan okulumuza gidip gelen, çocuklarımızı da olumsuz olarak etkiliyordu.
Mezradan gelen öğrencilerimiz genellikle toplu halde, hep beraber gelirlerdi okula. Bir gün o gruptan sınıfta kimse yoktu. Kapının önünde bir hareketlilik hissediyordum ama kapıyı da çalan olmayınca dersin gidişatını, bozmama adına ilgisiz kalıyordum. Epey bir zaman geçtikten sonra kapı çalındı:
- Gir, dedim.
Mezradan gelen çocuklar girdiler sınıfa. Geç kaldıkları için kızacağımı düşündükleri gözlerinden okunuyordu.
- Günaydın çocuklar, dedim.
- Sağol! Dediler grupça, koro halinde.
Benim bir şey sormama fırsat vermeden, her biri bir şeyler anlatmaya çalışarak, geç kalma mazeretlerini sıralamaya başladı.
- Olabilir çocuklar, ıslanmışsınız. Önce bir iki sıra çekin sobanın yanına, üstünüzü başınızı kurutun, dedim.
Sevindiler ama şaşkınlıkları bir adım öndeydi! Sıralarını çekene kadar onlar, derse ara verip, siz yazmadan dinleyin, yeter. Öğlen arası bol bol zamanınız oluyor, arkadaşlarınızın defterlerinden geçirirsiniz, dedim. Geç kaldıkları için kendilerine kızacağım veya cezalandıracağım beklentilerinin yerini güler bir yüz ve anlayışla yaklaşmam karşısında o kadar çok şaşırmışlardı ki! Ben dersimizin konusunu anlatmaya başladığımda, sobanın çevresine oturarak beni dinlerken, ıslanmış giysilerini kurutmalarına izin vererek üşümelerini önlemeye çalışmamı anlayamamışlardı. Yanlarına gidip:
- Çoraplarınız da çok yaş. Çabuk kurumaları için ayakkabılarınızı çıkararak, yanmamaya dikkat ederek kurutun.
Dediğimde, her birinin yüzünde oluşan şaşırma ifadesini unutamadım yıllarca. Her anımsadığımda, hala içimi acıtır! ‘’Okula geç kaldıysam, cezalandırılmayı hak ediyorum’’ ifadesini taşıyan sekiz çift göz!
Hepimiz bir yaşam mücadelesi içindeyizdir de bu çocuklarımınki yürek sızlatan, türdendi! Birçoğunun yüzünde gülme halini görebilmek için günlerce, beklerdim. Ne zaman gülerken göreceğim diye çaktırmadan izlerdim. Sonunda dayanamaz, fıkra anlatarak yüzlerindeki gülme halini yakalama gayretim bile, bazen sonuçsuz kalabiliyordu. Müzik dersini pek sevmezlerdi. Beden Eğitimi derslerinde en iyi “yakantop” oyuncuları onlardı. Bu oyunda iki guruba ayrılan oyuncular, karşı guruptakileri ellerindeki topu atarak vurmaya çalışır da ekibine puan kazandırır ya. Bu çocuklar en iyi, bunu yapıyordu. Oyunun bir parçası olan karşıt gruptaki oyun arkadaşını vurmada, özellikle mezradan gelen çocuklarımızın, her zaman daha başarılı olmasını. Kendilerine “dağlı” diyen, arkadaşlarından bir tür hesap sorma, öç alma duygusu mudur? Bu başarıyı onlara veren şey! Diye düşünürdüm…
Beden Eğitimi dersini ve özellikle de “yakantop” oyununu çok severlerdi. Oyun için guruplara ayrılırken, mezradan gelen öğrencilerimiz ısrarla ayrılmaz, kendi aralarında bir ekip oluştururlardı, hemen hemen her zaman. Çaktırmasalar da oyun içinde, oyunun bir kuralı gereğine sığınarak, kendilerine ‘’dağlı’’ diyen arkadaşlarını, topla dövmekten pek hoşnuttular bence...
Bu çocuklara ısrarla üzerinde durmama rağmen yıllarca, öğlen yemeği için düzenli bir şeyler getirtemedim. Getirdiklerini de bahçe duvarının üzerinde yemeyi tercih ederlerdi. Getirdiklerini saklama duygusunun hâkimiyeti olsa gerek.
- Yemeğinizi, sınıfta yiyin çocuklar.
Dememe rağmen, ısrarla bahçe duvarının, en tenha yerlerini tercih ederlerdi. Bu beslenme olayına yaklaşımım, takıntıya dönüşmüşçesine, süreklilik gösterdi ama uzun süre bir arpa boyu yol alamadım! Köydeki Tarım Kredi Kooperatifi’ne yeni sandalyeler alınmıştı. Kooperatif Müdürü, bize:
- İsterseniz eskilerini size verebiliriz, demişti.
Okulumuz için onlardan sandalye almıştık. Onlarda, bunlardan daha bol sayıda olduğunu biliyordum. Okulumuzun bahçesindeki kullanılmayan eski okul binasını açarak temizlettim. Kooperatiften de bu çocukların kullanmaları için bolca sandalye aldım.
Esnaftan da masaları için naylon masa örtüleri istedim bağış olarak. Bol renkli kumaşlar alıp, derileri yırtılmış olan sandalyelere de örtüler dikince; çiçekli masa örtüleriyle, albenisi artan eski tahta masalarla, sandalyelerimiz. Yıllardır kullanılmayan, otuzlu yıllarda yapılmış, eski okul binasını çok cazip hale getirmişti. Elbirliğiyle yapılan temizliğin ardından, elle tutulacak yanı kalmamış masa ve sandalyelere yaptığım, rengârenk çiçekli örtüler, ortamı çok değiştirmişti. Bunca uğraştan sonra:
- Bundan böyle bahçe duvarının üstünde yemek, yemek yasak! Burada yiyeceksiniz, ancak bir şartım var!
Akşamdan bir yumurta, biraz patates haşlayacaksınız. Bunun için annenizden yardım almanız gerekmez, herkes kendisi hazırlarsa daha iyi olur.
Daha önce annelerinize söyleyin, sizi okula yemeksiz göndermesinler. Öğretmenimiz yemeksiz gelene çok kızıyor, diye o kadar çok haber gönderdik ki sonuç alamamıştık! Veliler, çağırsak da okula pek gelmezlerdi. Mezraya da biz çıkamıyorduk. Öğretmen veli diyalogunu, bir türlü sağlıklı bir zemine oturtamamıştık. Tam gün eğitim yapılan okulumuza mezradan gelen öğrencilerimiz öğlen yemeği için eve gidemeyeceği için sabahları gelirken; mutlaka yiyecek bir şeyler getirmesi gerekiyordu!
Bu kez, ertesi gün okula getireceği beslenme çantasını, kendi kendilerine hazırlama sorumluluğunda çözüm aradım. Kendileri için hazırlanan yemekhaneyi çok sevdiler ama bir de bu yemekhanenin aşçısı olsaydı, harika olurdu. Dört bayan öğretmen, biz de ilçede oturup, köye gidip geliyorduk, bizim de işimize yarardı bu olma ihtimali hiç olmayan aşçı! Onlar getirdiklerini sakladıkça ben, bizim getirdiklerimizi ısrarla gösteriyordum ki onlara, onlardan getirmelerini istediğimiz yiyeceklerden, çok da farklı şeyler yemediğimizi göstererek, öğlen yemek için beslenme çantası hazırlamaya, onları da alıştırmak istiyordum.
Amaolmuyordu! İstediğim, bir parça peynir, haşlanmış patates, haşlanmış yumurta, birkaç zeytin, bir parça tahin helvası, mevsimine göre biber, domates, havuç, olursa elma, portakal…
Hepsi aynı günde değil, her gün bunlardan oluşan bir yemek çıkını gelecek! Öğretmen her gün kontrol ediyor, deyin annenize. Diyordum ama nafile…
Her kontrol etmemden rahatsız olup, yiyecek getirme alışkanlığı kazandırabilirim belki diye düşünüyordum. Çoğunun günlük menüsü hemen hemen hep aynıydı!
Ya hiç!
Ya da “eeeeeşi eeemekti!“
Öğlen yemekleri olan! Eeeeeşi eeeemeğin açılımı mı?
“ EKMEK ARASI SALÇAYDI!”
Şu anda ÇANKAYA BELEDİYESİNE ait çöp arabalarının sesinden başka hiçbir şey duyulmuyor odamda.
Saat 01.28 önümdeki deftere bakarak temize çekmeye çalıştığım mektubumun, sırası gelen paragrafına baktığımda, gözümden ve burnumdan aynı anda sular akmaya başladı! Odasında uyuyan kızım ihtiyaçtan kalkmış olsa şu anda, onun da gecesi uykusuzluğa bürünebilir! Şu paragrafa baktığımda, iradem dışı akmaya başladı onlar desem de inandırıcı olmaz! Ama öyle oldu!
Harçlığı olmayıp, eeeşi eeemek de getirmeyen olurdu! İçeride eeeşi eeeemeğini yiyenlerin yanına da gidemeyip, duvarda oturup, içerideki arkadaşlarına bakan, Yakup’u da hiç unutamıyorum! Anlatmak, kızmak, zorunlu kılmak, hiçbir işe yaramıyordu! Bu durumda her gün kendim için getirdiğim yiyecekleri vermek veya paylaşmak da çözüm olmazdı! O anda üretebildiğim tek çözüm! Yakup’a seslenip, bakkala göndermek olurdu:
- Yakup Oğlum! Hadi bakkaldan bana bir ekmek alıversene, derdim. Getirdiği ekmeğin ucundan, küçücük bir parça koparırdım ki anlamasın diye! Çünkü benim yiyebileceğim kadar ekmeğim, sabahtan benimle birlikte, yola çıkmış oluyordu. Bakkaldan aldırdığım ekmeği, tekrar Yakup’a verip:
- Bayatlamadan yensin bu! Hadi git de ekmeği olmayan arkadaşlarına dağıt, diyordum!
Ekmeği olan da bu ekmekten bir parça almak istiyordu! Onların getirdiği kepekli undan yapılmış, köy ekmeğiydi. Aslında en sağlıklı olanı belki de ama benim bakkaldan aldırdığım ekmeği, hepsi pasta niyetine yiyordu! Evlerinde de bu ekmekten tüketilmediği için onlar buna: “ŞEEHER EKMEE!”derdi! Mezralı çocuklarımın hakkında her birisi için uzun uzun anlatılacak öyküsü saklıdır hala bilinçaltımda. Emekliliğimde sizinle paylaşmak istedim; Sayın NESİN!
Aile konusunu işlerken Serpil, evinde en çok “benekli oğlağını” sevdiğini söylemişti. Küçük Benekli Oğlak da Serpil’i çok severmiş…
- Doğrudur da Serpil! Aile bireylerimiz arasında beslediğimiz hayvanları sayamayız ki! Onlar ailemizde “mal maşat “diye tabir ettiğimiz guruba giriyorlar. Biz aile bireylerinin birbirlerine olan sevgi ve saygısından, her birine düşen sorumluluklardan bahsediyoruz, değil mi? Dedim.
- Olsun, ben evde ondan başkasını sevmiyorum ki dedi!
Benekli Oğlakla, arasındaki diyalogu anlatırken gözlerinin içi gülüyordu! Akşamları merdivenleri çıkarak Serpil’in yanına gelince, annesinin bağırmasını…
Sabahları Serpil okula gelmek için yola çıktığında, Benekli Oğlağın onun peşinden gelmesini…
Öyle zevk alarak anlatmıştı ki…
Benim inanmayacağımı sanan arkadaşları da:
- Vallahi öğretmenim, doğru söylüyor! Diye araya girme gereksinimi duymuştu.
Keşke ebeveynleri bu çocuklara, onların hayvanlarına gösterdiği ilgiyi gösterebilselerdi! İlgi ve sevgiyi demeye dilim varmadı ama yıllarca uyarı ve zorlamaya rağmen düzenli olarak getirilmeyen, öğlen yemeklerinden sonra bunu çok rahatlıkla ifade edebiliyorum! Keşke Benekli Oğlak ile diyalogunu anlatırken gözlerinin içi ışıldayan kızımız, aile konusunu işlerken gerçek aile bireyleriyle olan bir anısını, aynı ışıltılı gözler ve gülen bir yüzle anlatsaydı da! Ben de sizinle bu güzel anılarımı paylaşabilseydim…
Kırk beş dakika yürüyerek geldikleri okuldan, saat 15.30’da biten derslerden sonra, en az bir - bir buçuk saat yol yürüyerek evlerine gidebilen bu “yorgun savaşçılarımız diyebileceğimiz’’ çocukları için yanlarına beslenme çıkını hazırlamayan analara, haksızlık ettiğimi, düşünmüyorum! Asıl haksızlığa uğrayan, maalesef yedi, on bir yaş arasında olan, okullu olabilmek için insanüstü mücadele veren, ilkokul öğrencilerimdi! Ebeveynlerin çocuklarını sevmemesi, mümkün değil de! Bu kadar uzun yıllar, bu duyarsızlığı ne anlayabildim! Ne de çözebildim!
Onların içinde en şansızları da Derya’ydı! Sanırım…
Sebzelerimiz ve meyvelerimiz konusunu işliyorduk Hayat Bilgisi dersinde. Muz, üzerinde takılıp kalmıştı o gün! Yanındaki arkadaşına yavaşça:
- Muz ne be? Deyişini duyduğumda, nasıl davranmam, gerekiyor ki diye düşünürken ben, arkadaşı sesini yükselterek:
- Muzu bilmiyon mu sen? Dedi! Bir diğeri devreye girmeye kalktı:
- Aaaaa muz yemedin mi sen? Dedi!
Çok alçak bir sesle: - Muz ne be?
Sorusu beynimde kasırga etkisi yaratmıştı bende. Çocuklarımı çok iyi tanıyordum. Derya’yı rencide etmeden, meyvelerimiz konusuna yanımdaki resimleri kullanarak devam edip, bu soruyu soran Derya’ya bir pişmanlık duyurmamak için göstermek istediğim gayretim maalesef işe yaramamıştı!
Derya’yı muzu bilmediği için arkadaşları, akıllarınca küçümseme fırsatı yakalamıştı; ben:
- Bu nasıl bir yaklaşım, böyle? Susun bakayım! Muzu bilmemek, görmemek, tanımamak, yememek ayıp mı? Değil! Önemli olan arkadaşınızın, düşüncesini bizimle paylaşması, değil mi? Deyip.
Derya’nın arkadaşına sorduğu sorudan dolayı pişman olmamasına çalışıyordum. Arka sıralardan gelen fısıltıyla, sabrım bitivermişti. Dersin konusu muz bilinir mi? Bilinmez mi? Bilinmemesi normal bir şey midir? Yoksa değil midir? Noktasına çekilmişti sanki! Hanife, sıra arkadaşına:
- Bunlara dağlı dediğimizde kızıyorlar, eee dağlı işte! Muzu bilen, bilmiyor demez mi? Sınıfta da anlaşılmıştı sanırım bu fısıltı halinde yapılan eleştiri. Hanife’ye, soruyla hatasını kavratmaya çalıştım:
- Hanife, sen kalk bize kiviyi tanıt kızım, dedim.
Soran gözlerle bakındı, cevap veremedi! Ben de O’nun kiviyi bilmediğini tahmin edip, bunun muzu tanımamakla aynı şey olduğunu, Hanife’ye ve sınıftakilere anlatabilmek için sormuştum bu soruyu ona. Yoksa bu muz olayı teneffüste de kapanmayacaktı! Şekli, rengi, tadı hakkında sorularla, konuşturmaya çalıştım. Hiç cevap alamayışıma o anda sevindim. Derya’yı bu durumdan kurtarmak, gerekiyordu!
Biraz önce muz hakkında konuşmak niyetinde olan o kadar çok çocuk vardı ki hepsi teneffüste fazlasıyla konuşacaktı. Kivi örneğiyle hatalarını anlamaları gerekiyordu. Ben Derya’ya:
- Derya’cığım, biraz önce “muz ne?” diye sordun arkadaşına, sana anlatmaya çalıştık. Her zaman bilmediğiniz, anlamadığınız her şeyi çok rahatlıkla sorabilmeniz, benim için çok önemli! Bu çok doğru ve öğrenmeyi kolaylaştıran bir yaklaşımdır. Hepimiz, her şeyi bilemeyiz! Ama sorarsak öğrenebiliriz!
Kivi örneğine dönüp, onu da tanıtmaya çalıştım. Sınıfta kiviyi tanıyan, bilen, yiyen olmamış. Benim de aldığım bir meyve değil çocuklar. Size kivi sözü veremiyorum ama Pazartesi günü gelirken, Derya’ya muz getireceğim, dedim. O gün Cuma’ydı. Derya, onlar da kiviyi bilemedi işte havasına girmişti, hoşuma gitti. Derya’yı haksız yere küçümsemeye kalkanlar, hatasını anlayabilmişti! Teneffüsteki davranışları için uyarmaya gerek kalmamıştı…
Pazartesi günü gelirken iki tane muz getirmeyi de unutmamıştım.
Ama sevgili Derya bu muzları, görememişti…
Bu muzları yiyememişti…
Bundan böyle de yiyebilme, tadabilme hakkı elinden alınmıştı…
Hafta sonunda aile büyükleri kestane toplamaya gittiklerinde evde kalan Derya ve kendisinden iki yaş büyük olan abisiyle evde oynarken, henüz yedi yaşındaki Derya’nın…
Daha tanımadığı…
Bilmediği…
Öğrenemediği…
Göremediği…
Yaşayamadığı…
Güzellikleri…
Sevinçleri…
Mutlulukları…
O kadar da çokken… Birçoğunu da henüz tanıyamamışken!
Henüz yaşayamamışken!
Hiç yaşayamamaya!
Hiç öğrenememeye!
Hiç görememeye!
Mahkûm edilmişti!
Henüz dokuz yaşındaki ağabeyinin; ebeveynlerinin kestane topladıkları anda! Babasının tüfeğiyle oynamayı, erkek olmasıyla özdeşleştirdiğinde! Derya’nın bedeni hedef olunca...
Derya’nın zamansız ve talihsiz bir şekilde yaşadıklarını duyduğumda, günlerden Pazartesiydi! Çantamdaki muzları çıkarıp:
- Adını, tadını bilmediğini söylediğin muzları getirmiştim. Derya ama…
Diyebildim, sadece…
Ağladım…
Ağladım…
Ağladım…
Muzları da Derya kadar açık sözlü olamayıp, yemediklerini sandığım iki ayrı çocuğa verdim…
Onlar bile muzu aldıklarında sevinememişti…
Aldıkları muzu hemen yiyememişti…
Sayın NESİN, mektuplarımda insanın içini açan konuların olmadığını biliyorum da! Sanırım bu! Yazılması en zor olanıydı… Saat: 05.17
Saygılarımla…
Bunu sizlerle 24 Kasım öğretmenler gününde de paylaşmıştım. Şimdi de Aziz Nesin’e mektuplar dizinini bozmadan yayınlamaya çalıştığımız için tekrar etmiş gibi olduk ama bunu anlayışla karşılayacağınızı umut ederim, saygılarımla!
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder