20.01.2010

18.01.2010 ile 23.01.2010 Tarihleri arasında yayınlanan; Aziz Nesin'e Mektuplar

30.04.2008
Sayın NESİN
Bir yerde torunlarım olarak kabul ettiğim, öğrencilerimin çocuklarını okuttuğum yıllarda, emekli olunca ben; öğlen teneffüslerine denk getirerek bir bahanesini bulup, ilçemden kalkıp köydeki okuluma giderdim! Çalıştığım dönemlerde çok yorulup, görev yerime ulaşmanın bin bir çeşit zorluklarını yaşamıştım oysa! Peki bu özlem niye? Derdim kendi kendime ve son noktayı koyduğum noktaysa hep:
- Alışkanlıklarından sadece bir tanesi bu!
Derken bulurdum kendimi, sonrasında da…
Görev yerime gidebilmek için ulaşım ve dört ayaklı köpekler de dâhil olmak üzere, mücadele etmek zorunda olduğum ne çok sorunum vardı o yıllarda. Köpeklerin her çeşidiyle ve cinsiyle karşılaşıp, uğraşmak zorunda kalanlardanım ben. Türlerini ve huylarını çok iyi bildiğimi iddia edebilirim mesela artık!
Çok tehlikeli olabiliyorlar bazen. Karşı tarafı sindirebilmiş olmaktan çok zevk alma, sevmediklerinin burnunun sürtülmesiyle uğraşmayı amaç edinme ve ötekileştirme konusunda madalyayı hak edecek başarıların altına imza atanlarını da tanır ve bilirim, yollarımızın aynı paydada kesişmesinden dolayı, gözüm kapalıyken bile tanıyabileceklerimin sayısı da az değildir hani...
On üç yıldır adı Bızdık, cinsi ABD Cucurı olanı da var hala evimde ve benim diyebileceğim evimde o benden daha rahat yaşama şansını yakalamıştır üstelik kendisi. Şanslı kerata! Çünkü o evin efendisi, ona göreyse de ben, onun hizmetçisiyim.
Emekli olmama; en çok sevinmesi gerekenlerden birisiydim oysa ben, bunca zorluklarımın yaşanmışlığının adresi olan, o köy okuluna gitmeden yapamaz olmuştum! Ne zaman? Emekliyim ve bu köye, eski görev yerime gitme zorunluluğumun olmadığı dönemin başında...
Daha sonraları her seferinde söylediğim bahaneleri kendim bile inandırıcı bulmayınca; köye gitme isteğimi bir şekilde bastırmanın yolunu bulup; yeni döneme kendimi alıştırmaya çalıştım. Yaklaşık bu dönemin dördüncü ayında emeklilik ikramiyemi riske atarak, kendime küçük bir işyeri açtım.
Altı yıl sonra bu mekânımı da kapatmak zorunda kalınca; ikinci kez kendimi boşlukta hissetmeye başladım. İkinci emeklilik sendromunun başladığı dönemde de yeni arayışlarım sonucunda kendimi, Halk Eğitim Merkezinin Bilgisayar Kursunda buldum.
Kursiyerlerin çoğu ilçemizdeki Yüksek Okul Öğrencileri ve liseyi bitirmiş, üniversiteye hazırlanan gençlerden oluşuyordu. Tek emekli bendim. Dört yıllık fizik bölümünden mezun olup, o günlerde iş arama sürecinde olan genç bir kızımızla da konuşup; O’nun da kursa katılmasını sağlamıştım. Bir de ilkokul mezunu, bir genç kızımız vardı, ilginç bir kursiyerdi. Onun yaşıtları aynı merkezde biçki dikiş nakış kurslarına giderken. O bilgisayar bölümünü tercih etmişti.
Nurbeyan’nın, ilk anda kursun en renkli kişisi olacağı belli olmuştu. Uzun kırmızı şile bezi eteği ve kırmızı gömleğiyle; sınıfa girer girmez, hepsi genç olan kursiyerlerin, sınıfa aynı anda yaydığı fısıldama dalgasından çok net anlaşılır bir durumdu bu. İlk teneffüste, bu görüşümde yanılmadığımı anladım. Nurbeyan’nın giysi seçme tarzına, farklı şivesi de eklenince, kurslara şenlik yaklaşımı içinde olanlara gün doğmuştu.
İkinci, üçüncü teneffüslerdeki tek kişinin üzerinde olan ilgi yoğunluğu dördüncü teneffüste, yerini alaycılığı dayanılmaz boyutlara taşıyınca, duyarsız kalamadım. Her yerde bir öğretmen edası yaklaşımı içinde olmayı ben de istemiyordum ama bazen bu kaçınılmaz oluyordu. Çünkü hoş olmayan yaklaşımlar karşısında, Nurbeyan’nın tepkisi, olaya kendisini de dâhil edip, onlarla birlikte gülmek olunca; bana en yakınım olacak, kurs arkadaşımı seçtirmişti, karşı tarafa da bunu göstermek için ona:
- Nurbeyan hadi gel birlikte çay alalım, seninle dedim.
- Tamam abla, geliyorum dedi.
Gruptan ayrı bir masada oturup, sohbet ederek çayımızı yudumladık. Kursa birlikte yazıldığımız Yasemin, ilkokul mezunu olan kızımız Şengül de bize katıldı, ilerleyen günlerde. Grubumuzu oluşturmuştuk, Nurbeyen’ı kursun maskotu yapmakta kararlı olanlara karşı tavrı koyarak, buna izin vermeyeceğimi onlara da hissettirmiştim. Kurstan dönüyordum ama Nurbeyan hiç aklımdan çıkmıyordu. Kursta öğrendiklerimden, öğrenemediklerimden çok eşime, Nurbeyan’ı anlatır olmuştum.
Bence o çocuğun çok büyük sorunları var. Birkaç gün sabredip, önce bana güvenmesini sağlamalıyım. Sonra belki bana açılmasını sağlayabilirim, çok üzülüyorum ama hiçbir şey bilmiyorum ki. Karşılıklı konuşamadan, bilemem de. Ama yanılmış olmayı çok isterim, belki de kişiliği böyle oluşmuştur. Aslında bu bir kişilik sorunuysa o daha üzücü bir durum. Yaşı da küçük değil, yirmi dört yaşında. Dur bakalım nelerle karşılaşacağım, deyip eşimin başını şişiriyordum. O da bana:
- Sen hiç bilgisayarda şunu yaptık, bunu öğrettiler diye bir şeyler anlatmıyorsun. Ben sana, sen öğretmenlikten belli bir doyuma ulaşamadan emekli oldun. Onun için de her gittiğin yerde kendi kendine öğretmencilik oynamaya kalkıyorsun dediğimde; kızıyorsun ama kabul et. Aynen öyle! Ben de kendimi savunmaya kalkınca; kaçınılmaz olan tartışmalarımız başlıyordu. Ben de ona:
- Her gittiğim yerde yanlış olan davranışlar sergileniyorsa, bunları görmezden gelemiyorsam, bunu nasıl da her seferinde sen öğretmenlikte belli bir doyuma ulaşamadın da ondan böyle bir yaklaşım sergiliyorsun, yargısına varıyorsun! Onu da bir türlü anlayabilmiş değilim hala! Bence öğretmenlik dershanenin dört duvarıyla sınırlı olan bir bilgi birikimi değil ki! Bunu da senin anlamış olman gerekirdi, bunca zamandır, deyince. Karşı savunma hemen gelirdi, o da:
- Aynen öyle canım! Sen de bunu gör, anla artık! Derdi. Ben de:
- Sen öğretmenliğini doğruluğuna inandığın gibi yap; buna itirazım olamaz ama benim anlayışıma da saygı duy der, kendimi savunurdum!
Bu yaklaşımım beni her zaman çok yormuş ve üzülmeme sebep olmuştur ama her seferinde karşımdaki kişi için durum daha farklı oluyordu. Bunu ben hep şuna benzetirim! Deniz kenarında dalgalarla sahile çıkmış denizyıldızları var ya. Orada kalması, onlar için ölüm sebebidir! Ama bazılarının şansı yaver gider de yanına gelen kişinin küçücük bir hamleyle, ona el uzatıp; denizin engin, derin sularına fırlatıvermesi. O denizyıldızını, tekrar yaşama döndürür!
Bence hepimiz, çok yakınımızdaki sahile vurmuş denizyıldızı misali, çaresizlikler içinde can çekişenlere, bakıp geçmenin ötesinde; onları görüp en azından anlamaya çalışmalıyız! İçimden gelen sese kulaklarımı tıkamayıp, böyle davranınca kendimi daha iyi hissediyorum! Bu da benim mesleki doyumsuzluğumu ön plana çıkarıyorsa; çıkarsın deyip! Bu davranış biçimimden ödün verip, geri adım atmaya hiç niyetim olmadı. Doğruluğuna inandığım her konuda, her yerde yanlış yapanları gördüğümde, duyarsız kalamadım!
On yedisinde göreve başlarsa insan yirmi yıl öğretmenlikten sonra, altı yıl da ayakkabıcılık yapsa bile, şu işe erken başlama sürecinden dolayı hep, çok çabuk emekliye ayrılmış sayılanlardan olabiliyormuş. Yeri geldiğinde eşim çok rahat: ‘’ sen de hemen emekli olmasaydın…’’ ifadesinin üzerine senaryolar yazabiliyor hala daha… Aslında yirmi altı yıllık bir çalışma süreci bir kadın için hiç de küçümsenecek bir zaman dilimi sayılmaz. Çünkü biz, maaş getirisi olan işlerimizdeki mesaiden sonra gün içinde, hemen bir ikinci ve üçüncü mesaiyi başlatan grubun elemanlarıyız!
Bir gün kararlılıkla, kafamdaki sorulara yanıt bulabilme beklentisiyle kurs çıkışı biraz oyalanıp, Nurbeyan’nın da beni beklemesini rica edip, birlikte çıktık. Zamanı varsa, birlikte biraz yürüyüş yapmayı teklif ettim ona. O da kabul etti. Lafı uzatmadan, planladığım konuşmaya başladım, ona:
- Ben yanılıyor olabilirim, sen bana güvenmeyebilirsin! Ama ben düşüncelerimi seninle paylaşıp, rahatlamak istiyorum. Bana, senin kimseyle paylaşamadığın bazı sıkıntıların varmış gibi geliyor Nurbeyan! İstersen beni bir ablan kabul edip, benimle paylaşabilirsin. Eğer seni kırdıysam bu sorumla, senden özür de dilerim dedim! O da acilen böyle bir yaklaşımın özlemi içindeymişçesine, başladı hemen konuşmaya, bana:
- Siz teklif ettiniz, noolur bana bir yol parası verin de eve gideyim, dedi! Ailesini özlediğini düşünerek ben de:
- İlk defa mı ayrıldın ailenden? Dedim.
- Evet ama benim sıkıntım, onlarla ayrı kalmam değil ki! Dedi.
- Peki ne o zaman?
- Ben okulu bırakıp, temelli gitmek istiyorum! Dedi.
- Hava güzel, gel şu parkta oturarak konuşalım, istersen dedim. Kabul etti, oturduk:
İyi bir dinleyici bulmuştu kendisine, içi bir hayli doluymuş! Anlattı, anlattı, anlattı…
Sabırla dinledim. Böyle durumlarda, çok etkileniyor, sağlığıma zarar verebiliyordum. Özellikle midemden başlayıp ağrılar, başımda odaklanırlardı her seferinde! Devam etti ve bana:
- Ben ailemin ötesinde, sülalemizde ilkokuldan sonra okuyan ilk ve tek kız olacaktım, abla! Belki benden sonrakiler de beni örnek gösterip, şanslarını zorlayabileceklerdi! Dedi, ben de:
- Ne güzel, olmuşsun zaten! Neden olacaktım, diyorsun ki! Dedim ama o da:
- Eee çünkü olamayacağım! Yol parası bulsam, hemen gitmeyi düşünüyorum! Dedi…
- Kaç aydır sen nerde? Kiminle kalıyorsun? Çünkü burada yurt yok, bu sizler için en büyük sorun! Dedim, bana:
- Kayıtta babamla gelmiştik. Babam birileriyle konuştu. Beş öğrenci bir evde kalıyoruz. O ayın kirasını verdik ancak ben iki aydır kiramı ödeyemiyorum. Bundan sonraki ayda da vermem, mümkün görünmüyor! Babam inşaatta çalışıyor, işçi olarak! Kış mevsiminde zaten pek iş bulamıyor. Annem ev hanımı, yedi kardeşiz biz abla! Babam para gönderemiyor. Şimdiye kadar gönderebildiği paranın en çoğu yirmi milyon (20 YTL ) oldu. 2002–2003 öğretim yılındaydık. İş buldukça beş, on yatırıyor işte adamcağız. Ben de durumlarını bildiğimden; yetmiyor diyemiyorum ki! Hiç olmazsa evde olursam pişen yemekle karnımı doyurur, özel bir harcamam olmaz bari diyorum ama henüz bir yol parası da biriktiremedim ki! Demişti…
Sizinle hep geçmişteki yaşanmışlıklarımı paylaşmak için koyuldum, bu mektup işine, Sayın NESİN! Ancak en son cümleye ünlem işaretini bırakıp, yanı başıma koyup, kendime sehpa yaptığım, sandalyemin üzerindeki boş bardağımı alıp, iki metre ötemdeki mutfağa gidip, çayımı alırken; gene korktum kendimden! İradem dışı bir istemle, bardağın dibindeki çayı, gelişigüzel musluğun önündeki fayanslara fırlatıp, o an yazmaya çalıştıklarımdan fazlasıyla etkilenerek; o lanet ağrıların saldırılarına maruz kalmış ve yenilen taraf olmuştum gene! Midem delinecek sanırken, başım da sıra bende, dur önce ben çatlayacağım, diyordu sanki mideme! Benimle dalga geçer gibi…
Kimin başı, midesi dayanır ki buna! Deyip, ortalıkta görünmeyen bir sürü ilgili ve yetkiliye gönderme yaptım, aklımca! Ama ne yazık ki hiçbir işe yaramadı! Tıpkı yıllarca hiç bir işe yaramadığı gibi!
Nurbeyan laborant olana kadar. Neler yaşadık…
Neler paylaştık…
Kaç kere kendi kendimeyken, yüksek sesle olmayan, görünmeyen, birileriyle kavga ettim…
Kaç kere doyasıya ağladım…
Kaç kere kendi iç sıkıntımı, eşime yansıtıp, tartıştık! Üstelik hiçbir suçu yokken veya bana saygısızlık yapmışlığı yokken diyeyim. Suçu benim kafama taktıklarıma: ‘’ çok duygusal yaklaşıyorsun, olaylara, böyle çözüm bulamazsın!’’ Vs. vb yorumlarıydı, onunla beni tartışma noktasına taşıyan yaşadıklarım…
Farklı günlerde aynı amaç ve istemle kaç kapılar çaldım…
Çoğu kez, elim boş dönmeme rağmen…
O kursta bilgisayar kullanmayı öğrenemedim…
Sayıca az olan bilgisayarları kullanma sırası, doğru dürüst, yeter zaman aralığında bana gelmiyordu çünkü…
Gençlerle de yarışamıyordum…
Bol bol not tuttum…
Zaman ayırıp, çalıştım da onlara…
Sınavları geçtim…
Sertifikamı da aldım ama…
Bilgisayar kullanmayı öğrenemedim…
Evde bilgisayarımız yoktu o dönemlerde…
Daha sonraki yıllarda kızım, eşinin kullandığı eski bilgisayarını verdi bize…
Eşim sahiplendi ona da…
Her seferinde bana:
- Bak kullan şunu yaaa! Korkma bozulmaz! Masanın tozunu alırken, bunu yerinden kaldırabilirsin, ısırmaz!
Deyince, şaka da olsa ciddiye alıp; onu oyuncağıyla baş başa bırakmayı daha uygun bulmuştum…
Okumuş meslek sahibi insanlardık. Biz bile ihtiyaç listemizi oluşturup. Sahip olabilmek istediklerimiz için uzun bir süre beklemek zorundaysak!
Yedi çocuk ve düzenli bir işi olmayan babanın, sülalede ilk okuyacak kızı olan; Nurbeyan’ım ne yapsın?
Çok şeyler yapmak zorunda kaldı! İki yıllık bir yüksek okuldu. Sonuna kadar yanında olmak zorunda hissettim kendimi!
Parktaki ilk buluşmamıza döneyim ben gene, o gün bana:
- Kirayı vermediğim gibi eve alınan mutfak masraflarına da katkı koyamıyorum! Son bir aydır hiç onlarla aynı masaya oturup, birlikte yemek yemedim! Çok utanıyorum! Bulaşık yıkama bahanesiyle mutfağa girip; kesin atılacak olan, dolaba kaldırılmamış artıkları çaktırmadan, gizlice yiyiyorum! Anlıyorlar mı bilemem? Ama ben onları çöpe atmış gibi yapıyorum ama artık bana:
“Bu böyle devam edemez, olmuyor, sonuçta biz de senin gibi öğrenciyiz“ demeye başladılar, ev arkadaşlarım!
O evin anahtarının çevirip de içeriye girerken; suçluluk duyuyorum abla!
Sanki hırsızmışım gibi geliyor bana her seferinde.
Param olsa pılımı, pırtımı toplayıp; memlekete gideceğim ama…
Müdür Muaviniyle görüştüm, bilgisayar kursuna ücret ödemeyeceğim, ben.
Kendimi çok boşlukta hissettiğim için katıldım bu kursa! Anam “her işte bir hayır vardır“ derdi, abla! Bu da öyle bir şey belki de! Bak kursa geldim, seni tanıdım. Sen kendiliğinden, bir sıkıntın varsa benimle paylaşabilirsin; dedin.
Lütfen abla, bana bir yol parası ver de kurtar beni bu çileden!
Dediğinde kalp atışlarım hızlanmıştı. Sağ ayağımın topuğunu, oturduğum yerde durmadan, yere vurup, kaldırıyordum hızlı hızlı! Manavgat Şelalesinden hızla akan suyun akış hızına ayağımla tuttuğum tempoyla ulaşma gayreti içindeydim sanki! Kalbimse tempo tutan ayağımla; son bir hamleyle birinin, diğerini geçebilme şansını artırmaya çalışan, yarış pistinde son ikiye kalmış ralli araçlarından son ikiye kalanlardan birisiydi sanki! Nurbeyan’ın konuşma hızıysa onlardan geri kalası gibi değildi!
“Nurbeyan, anladım! Ne olur biraz sus da biraz da ben konuşayım“ da diyemiyordum.
Çocuk patlamaya hazır bomba misaliydi! Sabırla dinledim! Uzunca bir süre sonra, konuşma sırası bana da gelmişti!
- Tamam kızım seni anlıyorum. Ancak sen yanlış bir tercih peşinden, koşuyorsun. Ne güzel sülalende ebeveynlerinden okuma iznini alabilen; ilk kız olmuşsun!
“Okumasının ebeveynlerin iznine bağlı olmasından, ne güzel demek zorunda kalmış olmam bile, içten içe beni kahrediyordu o anda ama bu durumda, Nurbeyan için bu çok lüks kaçardı. O düşüncemi bastırıp, sırası mı şimdi deyip? Kendi kendimi Nurbeyan fark etmeden, azarladım bile“ O arada Nurbeyan, lafımı kesip, birkaç kere araya girip durdu:
- Vermiycen mi abla bir yol parası? Diye…
- Emekli öğretmenim ancak benim okuyabilme hikayemi sana anlatsam, kendi derdini unutur, benimkine yanmaya başlarsın! Diyerek önce ortak bir yönümüzün olduğuna inandırıp; bana güvenmesini, beni örnek almasını sağlamaya çalıştım.
Bunları aşabilmek için yapılacaklar üzerinde konuşmamız gerek! Önemli olan şu andaki zorluklarını aşıp, amacına ulaşmanı kolaylaştırmamız. Bir ilke imza atmanın arkasında durup, güçlü olmalısın! Neler olabiliri konuşup sıralayalım:
- Fakirlik ayıp değil! Üstelik bu senin tercihin değil! Hepimiz her zaman, hep daha iyisini, daha güzelini istemişizdir! Bu bizim doğamızda var. Ayıp olmayan fakirliği, henüz öğrenciyken, kendi başına aşamayacağına göre; doğru yerde, doğru zamanda, doğru kişilere ulaşarak; doğru desteklerle yolunu açmak zorundayız, dedim. Yanıtı:
- Vermiycen mi şimdi yol parası? Oldu gene…
Aynı cümlenin durmadan tekrar edilmesi; işimin zorluğunu daha net bir şekilde görmemi sağlamıştı.
Benim iki kızım var. Biri okulu bitirdi, Milliyet Gazetesinde stajyer konumuna benzer bir pozisyonda çalışıyor. Diğeri de okumak için aileden uzakta yaşıyor senin gibi. Anlayacağın ikisi de yanımda değil. Seni kızım kabul edip, bana inanmanı istiyorum. Ancak emekliyim, zorlanabilirim, onun için ilk etapta benim her zaman senin yanında olacağımı bilmeni istiyorum! Farklı yolları da birlikte deneyelim. Çünkü ben henüz; her iki kızıma da para göndermek zorundayım. Hiçbir sonuç alamazsak da hiç önemli değil; gerekeni ben gene yaparım! Şu çekip gitme fikrini kafandan silip, atacaksın. Önce bu konuda anlaşalım, dediğimde:
- Tamam nasıl olacak? Dedi
Kaymakamlıklarda oluşturulan Sosyal Yardımlaşma Fonlarını anlattım. İlk adımı sen atacaksın kadınlar daha duyarlı oluyorlar; bu beklentiyle önce Kaymakam Beyin Lojmanına gidip. Tıpkı bana anlattığın gibi eşine anlatacaksın, derdini sıkıntını. Bu saatlerde Kaymakam Bey yoktur zaten! İki üç aydır ilçemizde okuyabilmek için mücadele veren, Nurbeyan:
- Evleri nerde? Dedi.
Kaymakamlık Lojmanı ile Okulu karşı karşıyaydı! Arada lojmanın görüntüsünü kapatacak hiç bir şey yoktu oysa!
- Tamam ben sana şimdi göstereceğim, gel önce birer sandviç alıp, yiyelim dedim.
- Bak şu karşıdaki lojman! Ben seni parkta oturup, bekleyeceğim. Sonra birlikte eve doğru gideriz. Evlerimiz de yakınmış zaten, onu da bugün öğrenmiş oldum. Hadi göreyim seni hiç heyecanlanma. Sen, senin için o fona gönderilen paradan, hakkın olanını istiyorsun! Dedim.
( İmla düzeltmek için 22 Temmuz 2008 de saat 01.47de yazdıklarımla cebelleşirken, şu anda aklıma gelen ve bir türlü savamadığım; dün öğrendiğim bir tespitimi de paylaşmadan yapamayacağım; Sayın Nesin! Yaşanan çarpıklıklara çok iyi bir örnek olacağını düşünmekten kendimi alamayınca; eklemeye karar verdim! Dokuz aydır görüşemediğim arkadaşımın dün söylediğine göre: Bir belediye başkanın bursunu alan üniversite öğrencisi kızının, annesine fotoğraf çekenlerden bir telefon alıp hediye ettiğini anımsadım şu anda! Bunu yazmamak için çok direndim ama yapamadım! “Ev arkadaşları ne zamandan beri alıyorlar bu bursu! Onların durumu benim kızımdan kalası değil ki! O da başvurmuş, ona da çıkınca…“ demişti arkadaş…
Başkalarının yanlışını görüp de aynısını yapmak mübağmış gibi! Ben kendisini dinlerken masanın üzerindeki “Nokıa 3210“ takozumu çaktırmadan ortadan kaldırma gereği duyup; çantama koydum… İki kızıma da ihtiyacı olanlar alabilsin düşüncesiyle; geri ödemeli devlet bursu almamıştım öğrenciliklerinde. Gazete haberlerinde bu bursları çocuklarına alan üst düzey yöneticilerin listesini gördüğümdeyse; kendimi enayi yerine koymayıp. Karı koca öğretmen olan biz ebeveynlerin vermiş olduğu bu kararımızdan dolayı; onur duymuştum! Nurbeyan’nın, mutfakta atılmak üzere bırakılan yiyecekleri, bulaşıkları yıkamadan önce, ev arkadaşlarına çaktırmadan yediğini söylediği satırları okurken, dün öğrendiğim bu çelişkiyi yazmaktan kendimi alamayışımın sebebi; sadece çarpıklığı daha net belirginleştirebilmek içindi. Kimileri olası burslarla karın doyurmayı amaç edinirken; rasgele verilen bursları birileri…
Çok sevdiğim arkadaşımın hoşgörüsüne sığınarak yazdım bunu da gerekirse kendisinden özür dileyerek, durumu tatlıya bağlayabileceğim kadar tanıyor ve seviyorum bunu benimle paylaşan arkadaşı… )
( Saat 03.32 biraz önceki bursla ilgili kısa tespitimden sonra yatmıştım ama bir türlü uyuyamadım. Yaklaşık altı-yedi saat önce dayanılmaz sıcaklardan kendimizi balkonlarımıza attığımız anda; divanıma oturdum ve sol çaprazımda ve bir 50- 60 metre ötemdeki apartmanın bir dairesinin balkonunda oturan bir aileye saf saf bir iki dakikalık bakışım karşısında; bana çekilen hareket karşısında şok oldum Sayın Nesin! Dokuz aydır Ankara’da kızımın yanında olunca ben, doğal olarak balkondaki bu aile, bizim balkonda eşimi her zaman yalnız görmüş oluyordu. O anda orta yaşlarda bir bayan ve beyle, yaşlı bir teyze balkonlarında yerde bağdaş kurar bir vaziyette oturuyorlardı. Yaşlı, şalvarlı, başında beyaz namaz örtüsü olan teyzemin bana çektiği hareket karşısında, dondum kaldım! Normalde bir iki gündür beni balkonda gören komşularımla aramızda beni görenlerle:
- Hoş geldin!
Deyip, kısa da olsa karşılıklı iyi niyet içerikli konuşmalar geçmişti.
Ben gittikten sonra bu aile yeni taşınmış olacak ki! Beni tanımıyor ama dokuz ay sonra her zaman yalnız gördüğü bir beyle balkonda beraber oturmamdan kendince nasıl bir yorum yaptıysa! Bu beyin, benim kocam olduğunu bilmemesinden kaynaklansa da bu durumun anlaşılır ve kabul görür bir yanı olamaz! Ve de sadece kısa bir süre; tanıdığım komşum diyerek bakışımdan nasıl bir rahatsızlık duyduysa, o örümcek ağıyla sıkıştırılmış ve belli başlı şeylerin ötesinde hiçbir şeye çalışmayan beyniyle; o yaşlı başlı diyeceğim, sokakta görsem yaşından dolayı hürmet göstereceğim kadın! Benim bakışımdan rahatsız olup; iki elinin işaret parmağını boynuz gibi yapıp, başına götürdü, hızlı hızlı ileri geri hareket ettirdi! Sonra elinin biriyle gel işareti yapıp bana, yanı başında bir yer göstererek; gel burada otur! Anlamında bir şeyler yaptığında, hiç ama hiç beklemediğim bu davranış karşısında şok oldum ve hemen gözlerimi kaçırıp, muhatap olmadım.
Oturduğum yerden kalkıp; divanımın önünde bulunan şezlonguma oturduğumda onlara yan dönmüş oluyordum. Şezlonga oturdum ve uzunca bir süre düşündükten sonra bu bağnazlıktan ürküp, hemen üç metre ötemde oturan ve hiçbir şeyin farkında olamayan eşime bu maruz kaldığım durumu anlatıp:
- Yeni taşınmış bu komşular galiba, beni burada görmesiyle ne düşündü bilemem ama yaptığı hareketle çok canımı sıktı! Zor sabrettim, muhatap olmamak için! Dediğimde eşim:
- Yanlış anlamış olmayasın! Şortla balkonda dolaşıyor o bayan, dedi!
- Bilemem, bana hareketi yanlarındaki başı örtülü yaşlı teyze çekti. Yan dönüp oturduğumdan beri sakinleşmeye çalışırken, kızımın söylediği bazı şeyleri anımsadım; inan aynısını yapmak geliyor şu anda içimden dedim.
- Hangisi? Ne dedi ki?
- Geçenlerde Evrim’le MSN’de konuşurken, Stockholm’de güneş kendini göstermeye başladığından bu yana komşularının bunu fırsat bilip, bikinileriyle balkonlarında güneşlendiklerini söylemişti. Dokuz aydır burada olmadığımdan, tanıdık komşum diye bakışımdan rahatsız olup, beni yanlış anlayan bu kadının tavrı karşısında inadına, şu anda aynısını yapabilmeyi geçirdim içimden! Dedim. Eşim:
- Gel bak burada otur da sıcak neymiş, gör demek istedi belki de! Dedi…
Bu mantık karşısında moralim daha çok bozulmaya başladı odama gidip, Ruhi SU’ nun dosyasını açtım; Mürselekli Kadınlarla başlayan türkülerini saat 24.00 e kadar hiç aralıksız, biraz da yüksek sesle dinleyip, içsel bir huzuru aradım odama kendimi hapsederek… Ama bu ne kadar sanal bir huzurmuş ki! 02.35 te uyumak için yattığım yerden fırlarcasına kalkıp; saat 03.32 de bunları yazarak rahatlamayı denedim! Oysa yatarken saatimi kurmuştum, erken kalkıp hastaneye gitmem gerekiyordu…
Sayın Nesin, bazen bakıp da görememeyi, görüp de anlayamamayı, anlayıp da boş verebilmeyi o kadar çok istiyorum ki…
Ama bunu hala becerebilmişlerden olamadım! Bakışımdan rahatsız olan teyzem, o anda kendisi de bize bakmamış olsa, benim bakışımı nasıl görecekti ki? Üstelik üzerimde kot pantolonum, dirseklerime gelen kol boyuyla, benim için bir iki beden büyük olan bolca, uzun bir tişörtüm vardı. Divanımdaysa gayet usturuplu bir oturma şeklim…
Balkonumuzda bile haksızlıklara hedef olabiliyoruz. Hele de sokakta artık herkes birbirinden korkar hale geldi… Şehir eşkıyası can yakmakla kalmıyor, sorgusuz sualsiz can alıyor! Tabancalarının kullanılması için tuttuğu takımın maçta galip gelmesi yeterli, birileri için! Alkolü fazla kaçırması yeterli! Biriyle tartışması yeterli! Düğünlerde bulunması yeterli! Bu durumda hedef önceden belirlenmiyor; kurşun hedefini kendisi belirliyor… Her ne hikmetse bu hedeflerin % 90 nı, hep masum, savunmasız, zavallı çocuklar oluyor… ) Yazdıklarıma fırsat buldukça dönüyor, tekrar tekrar okuyorum. Her seferinde de düzeltilecek bir şeyler buluyorum. Bu kez düzeltmenin ötesinde yakın zaman tespitlerimi sizinle paylaşma isteğimi de engelleyemedim. Nurbeyan’nın ekonomik sorunlarına çözüm arayışıma dönecek olursanız; ilk konuşmamızın devamında uygulamaya karar verdiklerimizin gelişimi, bir alt satırlardaki gibi olmuştu…

- Tamam sağ ol! Deyip gitti Nurbeyan.
Zili çalarken kafasını çevirip, gözleriyle beni aradığı çok belliydi. El salladım, buradayım dercesine, tarzanca bir iki hareket yapma gereği duydum. Kaymakamlık Lojmanı, Yüksek Okul Binası ve Atatürk Parkı küçük bir alanda üçgen oluşturuyordu sanki. Ben de özellikle parkta lojmana en yakın olan bir yere oturmayı seçmiştim.
En az onun kadar heyecanlıydım.
- Giderken merak edip sorduğu şey, gidiyorum ama beni dinler mi? olmuştu.
- Tanıyorum, çok iyi bir Hanım! Kesin dinler! Dedim.
- Eee, madem beraber gidelim, abla! Dedi.
- Sen kendi sorununa çözüm arayan bir yetişkinsin! Yalnız gitmen daha iyi olur. Sonuç alamazsak Kaymakamlığa beraber gidip, dilekçemizi vereceğiz zaten. Biz şimdi olayı hızlandırmak için bu yolu seçtik.
Diyerek, Nurbeyan’ı göndermiştim. Çok heyecanlı olduğu her halinden belliydi!
Döndüğünde sevinçliydi, gözlerinin içi gülüyordu bana:
- Evet, yaaa! Senin dediğin gibi gerçekten çok iyi biriymiş! Dinle bak abla, ne dedim? Şimdi sana aynısını tekrar etmek istiyorum.
- Hadi bakalım! Ben de merakla ne dedi? Ne yaptı acaba? Diye sabırsızlıkla, seni bekledim. Anlat dinliyorum, ben de çok geç kaldım, bir taraftan da yürüyüp yol alalım, dedim.
- Bak şimdi abla. Zili çaldım, bekledim biraz, gene çaldım.
İçeriden bir ses:
- Kim o? Dedi, ama beni ne tanısın ki diye düşündüm ama gene de!
- Ben! Dedim.
- Kimsiniz? Dedi.
- Ben Yüksek Okul Öğrencisi, Nurbeyan’ım! Sizinle konuşmak istiyorum, dedim. Bayan kapıyı açtı. Yüz yüze geldik.
- Ben ilçenizdeki yüksek okulda okumak için gelmiştim buraya ama yapacak hiçbir şeyim kalmadı. Bana bir yol yöntem gösteremezseniz, başka çarem yok, okulu bırakmaya karar verdim. Ancak yol parası bulamadığım için gidemiyorum. Burada kimim kimsem yok! Bana güvenmiyorsanız biletimi alın, beni ailemin yanına gönderin, başka bir şey istemiyorum dedim! Abla…
- Çok güzel konuşmuşsun! Bayan ne dedi?
- Olmaz öyle şey! Dedi
- Harikasın! Ne güzel anlatmışsın, dedim.
- Dinle bak, ne oldu! Ben ne yapacağım şimdi?
- Ne oldu?
- Yarın saat 17-00’den sonra gel, gitmek fikrini kafandan sil! Yarın ben seni, Kaymakam Bey’le burada, evimizde tanıştırmak istiyorum! Dedi.
- Çok güzel dilekçe verip, sonuç beklemeye kalksaydık, bu kadar hızlı sonuç alamazdık! Dedim ve merak edip:
- Sen niye telaşlanıp, napıcaam ben diyorsun ki? Deyince bu kez bambaşka şeyler öğrendim.
- Bizim evin kuralları var yaaa! Abla, dedi…
- Nasıl yani? Dediğimde öğrendiklerim karşısında şok oldum, bana:
- Saat 17-00’de kapı kapatılıyor. O saatten önce eve girmek zorundasın. Bunu zaten, taa başından söylemişlerdi. Dedi…
- Sorun olmaz canım! Sen bu akşam ev ablasına Kaymakam Bey’le görüşeceğim, ne zaman geleceğimi şimdiden bilemem, diye söylersin, dedim.
- İzin verir mi? Dedi…
- Bu görüşmenin sonunda eve katkı yapma ihtimalin olduğu için, bence verir, sen onu kafana takma, dedim.
Evin başka kuralları da varmış. Onu da dönüş yolumuzu uzatmak zorunda kalınca öğrenmiştim. Hafta sonlarında, ilçemiz ve komşu ilçelerde, aynı konumdaki evlerde oturan, öğrencilerin de katıldığı gruplarla; camiiler gezilip, belirlenen konularda verilen dersler, vaazlar dinlenip, dini konularda kızlar bilgilendiriliyormuş…
Sohbet uzadıkça beni şok edecek, daha çok şeyler öğreneceğimi düşünmeye başladım. Manav, mandıra ve fırına uğradım. Arkadaşlarıyla birlikte yemesi için birkaç parça yiyecek ve fırından da taze ekmekle, simit aldım. Yanına da bir miktar para verip:
- Eve gidince mutfağa gir, bu akşam aldıklarımızla, güzel bir sofra hazırla! Arkadaşlarınla beraber afiyetle yiyin, dedim:
- Seni Allah çıkardı karşıma, vallahi! Çok teşekkür ederim abla, dedi.
Derken elimi öpmeye kalktı. İzin vermedim. Ama ilerleyen günler ve aylarda, istediğim kadar “yook canım, ne münasebet!“ desem de Nurbeyan’ın, el öpme gibi bir takıntısı olduğunu gördüm ve de bunu engelleyemedim! Her gördüğünde mutlaka, defalarca elimi öpüyordu. Ben ısrarla; “yapma ben çok rahatsız oluyorum“ desem de! Hiç faydası olmamıştı.
Ertesi gün büfelere kadar da gitmemiştim. Alış veriş sonrası O’na yarınki randevusunda iyi şanslar dileyip, evime gitmiştim. Bir sonraki gün, onun derslerinin bitiminden sonra buluşmayı kararlaştırmıştık. O bana gelişmeleri anlatacak, ondan sonra yapılması gerekenleri, önceliğine göre sıraya koyacaktık. İşlerin yoluna girdiğini, O’na hissettirip, moral vermek gerekiyordu! Okulunun bahçesinde oturup, kantinden bir şeyler aldık. Dünkü gelişmeleri anlattı, bana heyecenlı heyecenlı…
Normalde konuşması zaten çok hızlıydı. İşin içine bir de heyecan girince, akıp giden kelimeleri peş peşe yakalaması zor oluyordu. Sevinçliydi, güzel şeyler anlatmıştı da anlattıklarını anlayabilmek için pür dikkat kesilmem beni de yormuş, boyun kaslarımın kaskatı kesildiğini hissetmeye başlamıştım:
- Abla bak şimdi! Kaymakam Bey, bana toplu bir para verdi, önce. Bundan sonra her ay, altmış milyon da fondan, yardım yapılacakmış!
Birden olanları anlatmaktan kopup, boynuma sarıldı:
Vallahi seni karşıma, Allah çıkardı abla yaaa! Abla hakkını helal et! Ben seni çok seviyorum yaaa! Dedi hem de defalarca...
O gün konuşma süresi uzayınca, ders konularının aslında kolay olduğunu, henüz kitaplarını alamadığı için düzenli çalışamadığını, fotokopi de çektiremeyince, ilk sınavlardan da, düşük notlar aldığını öğrenmiştim.
- Ailem derslerimi sorduğunda iyi diyorum abla. Zayıfım var desem; madem çalışmayacaktınsa ne diye ben okuyacağım? Diye tutturdun, derler! Sadece hocayı derste dinlemekle olmuyor ki abla, dedi…
- Önceliği kitaplarına verelim. Evin mutfak masraflarına katkı koy. Kızlarla konuşursun, geçmişe yönelik kiramı birden kapatamam ama önce mutfağa katkı payımı verip; kiraya da katılmaya çalışacağım, dersin.
- Ahhh abla dinlemiyorlar bile! Ben öyle sessizce girip, çıkıyorum eve! Bulaşıkları ne zaman olursa olsun, ben yıkıyorum diye idare ediyor onlar beni galiba, dedi…
- Konuş katkı payımda aksamalar olabilir, bulaşıkları her zaman ben yıkamayı kabul ediyorum, de! Hiç olmazsa bu bir kurala bağlanmış olur.
Her ay altmış milyon çok iyi bir yardımdı. Yıl 20003 ama her türlü ihtiyacını gidermeye yetmezdi tabii ki! Onun için ben arayışlarımı sürdürüp, düzenli olarak benim katkımın yanına, bulabildiğim yardımları da ekleyerek veriyordum. Babası hiç göndermese idare edecek duruma gelmişti de benimkilerin devamlılığı yoktu. Her paylaştığım tanıdıklar, beni kırmama adına yardım etse de bir defaya mahsus olan şekilde oluyordu, onlar da küçük meblağlardı. Yakın günlerde birden fazla kişiden alabilince bunları; dişe dokunur hale geliyordu! Zamanla aynı kişilere aynı kişi için yardım talebinde bulanamıyorsun. Bir süre tüm desteğin tarafıma kaldığı zamanlar da oldu. Daha sonra, Kaymakamlıktan verilen düzenli bursla, tam da düzlüğe çıkar gibi olduk diye sevinirken. Terslikler Nurbeyen’la öylesine özleşmişti ki! Sanki o kaçsa da saklansa da işe yaramayacak gibiydi durumumuz, kurtulamıyordu bir türlü bu kahrolası tersliklerden Nurbeyan!
Biraz eline para geçince, yeni giysiler de alarak, kendini farkına varmadan zora sokuyordu. Onları giyip bana: “bak abla, şuradan şu kadara aldım bunu“ derken, o an yaşının başındaki iki onluğu atarak bakıyordum, ben O’na! O her ne kadar tanıştığımda yirmi dört yaşındaysa da! Yaşadıklarımız bana yaşının başındaki onlukları attırıyordu! Pazar tezgâhlarından aldığı bir penye de olsa, O beş yaşındaki bir çocuk sevinci yaşadığının farkında değildi… Bir ara okul kantininde çalışmaya başladı. Bulabildiğim yardımları kendisine vermeye gittiğimde, çok içten bir şekilde bana:
-Tamam abla yaa ihtiyacım yok! Ben onu almayayım! Dediği günler de oldu.
- İyi de bu senin için bana verilmiş, bir para. Bunu al, zorda kaldığın zaman, bana mutlaka haber ver; şu aralarda ben de kimseden artık senin için para istemeyeyim. Dediğim günler de olmuştu.
Bir süre sonra, o kurallı evden çıkıp, okuldan bir arkadaşıyla dayalı, döşeli bir çatı katına taşınmışlardı. Anlaşmaları vardı. Yemek, bulaşık Nurbeyan’ın sorumluluğunda olacakmış. Alışverişe beraber gidilecek, ödemeleri Istanbul’lu yeni ev arkadaşı yapacakmış. Nurbeyan kiranın yarısını ödeyecek. Parasını arkadaşı verecek ama faturaları Nurbeyan, yatıracakmış. Kantin sorumluluğun ardından, tezgâhtarlık yaptığı günler de oldu. Üç beş kendisi kazanıyor, fondan düzenli yardım devam ediyor, biraz da babası gönderince. Yeni eve de fazla maddi katkı koymak zorunda da kalmayınca, çok rahat nefes alır duruma geldi. Görüştüğümüz gün sayısı azaldı. Birlikte gittiğimiz kurs da bitmişti. Beni aramaz oldu ona:

Hiç yorum yok: