20.12.2009

Aziz Nesin'e Mektuplar

24.02.2007

SAYIN AZİZ NESİN

Birinci sınıfların sorumluluğunu aldığım bir eğitim öğretim yılının başında, gene kara kara düşünüp, aynı sınıfta dördüncü yılı olan Mehmet’le çok iyi bir iletişim kurabilmenin, en etkili olabilecek, bir yolunu bulmaya çalışıyordum. O yıl Mehmet, beni çok endişelendirmenin ötesinde; çocuk ruh sağlığı, eğitim ve öğretim programlarıyla ilgili bulabildiğim bütün kaynakları okumamdan gayrı, hap gibi yutulacak formüller arayışına götürmüştü. Bilmek, öğrenmek ve uygulamak çok farklı durumlar. Kitapta yazılanları yaşadığın ortama uygulayabilmek, bazen insanın sabrını aşarak, kendisini çıkmazda hissetmesine, neden olabiliyor.
Ben o yıl öğretmen olarak birinci sınıfların sorumluluğunu almıştım da Mehmet, bu sınıfa o kadar çok girip çıkmış, oturup kalkmıştı ki aynı kapıdan tekrar tekrar geçerek, aynı sıra ve masalara oturmaktan, bıkmış usanmıştı! Okul, çanta, defter, kitap, öğretmen, önlük, silgi, kara tahta, fiş, kelime, hece, birinci sınıfta gördüğü, tanıştığı, yaşadığı her ne varsa; hepsinden, her şeyden nefret ediyordu! Mehmet, patlamaya hazır bir bomba gibiydi. Benimse öğrenme ve hatırlamanın ötesinde hap gibi yutulacak formüller arayışımın nedeni, bu duygular içinde kıvranan Mehmet’e uzatacağım elimin, havada kalmaması için en doğru, en kısa, en güvenilir yolu bulmak içindi!
Mehmet nefretinde haklıydı! Bir öğretim yılında 180 iş günü varsayarsak, her günde de beş ders! 180x10= 1800 ederse; bir öğretim yılında Mehmet, tam 1800 kere o kapıdan, o sınıfa, o sıraya, o masaya doğru yürümüş, oturmuş, kalkmış, derse girmiş, çıkmış oluyor değil mi?
AMAÇ: Okuma yazma öğrenebilmek.
SONUÇ: Sınıfta kaldı!
Olabilir ilk sınıfta kalan Mehmet değil ya! Ancak Mehmet bir sonraki eğitim öğretim yılında da aynı amaçla, aynı kapıdan, gene en az tam 1800 kere girmiş, çıkmış. Aynı sıra ve masalara gene en az 1800 kere oturup, kalkmış…
SONUÇ: Sınıfta kaldı!
Olabilir, bazı çocukların kavraması, anlaması daha güç ve geç olur diyelim. Mehmet de bunlardan birisidir. Mehmet’in eğitim ve öğretiminde üçüncü yılı ve Mehmet gene aynı amaçla, aynı masa ve sıraya oturup, kalkmış ve aynı kapıdan gene en az tam 1800 kere girip, çıkmış…
AMAÇ: Okuma yazma öğrenebilmek.
SONUÇ: Sınıfta kaldı!
Aynı amaçla, aynı yıl, okula başladığı yaşıtları o yıl, aynı okulun, dördüncü sınıfındaydılar…
Mehmet dördüncü yılında, aynı amaçla, okuma yazma öğrenebilmek için geliyordu. O yıl da aynı arkadaşlarıyla birlikte, aynı okula. O yıl sınıf öğretmeni bendim, işte bu nedenle ben, bildiklerimi, bilmediklerimi, bilmem gerektiğine inandıklarımı, tekrar tekrar gözden geçirmenin ötesinde, hap gibi yutulacak formüller arayışımda ne kadar haklı olduğuma, sanırım sizi de inandırabilmişimdir! Aradığımı bulamadım, ancak ben kararlıydım. Mehmet’le çok iyi iletişim kurabilip, o yıl bu çocuğa, hem de diğer sınıf arkadaşlarından, zaman olarak çok önceden okuma yazmayı öğretip, geriye kalan zamanlarda da Mehmet’in, ben diğer çocuklarla çalışırken, benim en büyük yardımcım olduğuna arkadaşlarını da inandırıp, Mehmet’e okulu sevdirmek, kaybettiği güven duygusunu tekrar kazandırabilmekti! Bu çocuğun yaraları sarılmalıydı! Ama nasıl? İşimi zorlaştıran nedenleri sizinle paylaşayım.
Mehmet bütün kapılarını kapatmakla kalmıyor, kilitliyor ve sürgülemeyi de unutmuyordu. Ben sürgülerden başlayarak, kilitleri de ters yöne çevirdiğim anahtarlarla kilitlenmiş kapıları açmaya çalışırken, Mehmet’ in kini ve nefreti karşısında zor durumda kalıyordum! Mehmet’ in bu sınıfta dördüncü yılıydı da geçmiş üç yılda ben yoktum ki! Bana kızmasına hoşgörüyle yaklaşmak, çok büyük sabırlar gerektiriyordu! Bu durum öyle “Kız Necla, sen beni hiç mi sevmiyorsun?” deyip, duygu sömürüsüyle çözülecek kadar kolay, değildi! Mehmet tahtaya kaldırılmaktan hiç hoşlanmıyordu. Bense her fırsatta O’nu tahtaya kaldırarak birçok şeyi bildiğine, O’nu da inandırmaya çalışıyordum. Her yeni fişimizi tanıtmada kendisini tahtaya kaldırıp, eline de uzun cetvelimizi verip:
- Hadi Mehmet, ben yeni fişimizi yerine asıyorum, sen de çık, fişimizi arkadaşlarına tanıt, istediğine söz hakkı vererek, okut, arkadaşların da yeni fişimizi tanısın, diyordum.
Fişte yazan cümleyi yeni gelen öğrencilerimiz merak ediyor, Mehmet elinde cetveliyle tahtada, fişimiz ipte. Hepimizin gözü, kulağı Mehmet’in üzerinde! Merakla bekliyoruz! Mehmet gözümün içine baka baka “küçük, sessiz harflerle mırıldanarak; küfür ediyordu!“ küfürlerin odağında sadece ben olsam neyse; anasını, avradını, dinini… ima… si… karısı… diyordu! Yüreğim acıyor ama yüzüm gülüyordu!
- Evet, tamam, tamam çocuğum, doğru! Bak biliyorsun işte! Söyle oğlum, bak arkadaşların da merakla bekliyorlar, doğru! Yüksek sesle söyle diyordum. İçinden söyleyip durma, hadi ikimiz beraber söyleyelim: “Emel ip atla“ deyip. O günkü fişimizin cümlesini, Mehmet’le beraber okuyormuş gibi yaparak, sonra da diğer öğrencilerle tekrarlarımızı yapıyorduk. Ama ben, her seferinde, Mehmet’e aferin, çok güzel, sen bunları zaten biliyorsun ki demeyi de ihmal etmiyordum!
Fişimizle oynuyoruz, baka baka yazma, fişi ezberleme çalışmalarımız devam ediyor. Mehmet sırasında oturuyor, ancak kini, nefreti, katlanarak, artıyordu! Birinci sınıfta ikinci yılı olan, sınıf tekrarı yapan dört çocuğumuz daha vardı. Mehmet’i lider yaparak, ortak çalışma yapma planımın tutmadığını, yaşayarak görmüştüm. Bir değişiklik yaparak çalışmalarımızı iki ayrı gurup halinde yürütmeye karar vermiştim. Sınıf tekrarı yapan beş çocuğum için ayrı fiş takımı alıp, onlarla hızlandırılmış bir eğitim öğretim yaparak, diğer öğrencilerden daha önce okuma yazmayı öğreterek, kendilerine güvenlerini de kazandırmış, olacaktım.
Yeni çalışma planımızda kısa sürede epey yol almıştık. Zor oluyordu ama ben seviniyordum. Beş kişilik gurupla çalışmalarımız, daha sessiz, devam ediyordu. Mehmet’in durumu da arada kaynayıp, gidiyordu. Şimdi sınıf tekrarı yapan beş çocuk vardı, grupta. Fişleri zaten bilen, hızlandırılmış çalışmayla, kısa sürede okumayı öğreneceğine inandığım, onların da inanmalarını sağladığım, ikinci bir çalışma gurubumuz olmuştu.
Mehmet’e de zaten biliyor gibi davranıp, ısrarla söz hakkı vermekten, çocuğu sıkıldığı bu durumdan uzak tutarak, sessiz sedasız, çalışmalara katılmasını sağlıyordum. Her şey planladığım gibi gidiyordu ki Mehmet bir hafta boyunca okula gelmedi. Kış öncesi aileler, yazın göçtükleri ovalarındaki çardaklarında kaldıklarından, öğrencilerimizin % 80’i ilk aylarda okula, ovadaki çardaklarından, uzun yolları arşınlayarak, gelmek zorunda kalıyorlardı. Her birinin çardağı kendi bağ ve bahçesinin içinde olduğu için de okul çıkışı ailesinin yanına giden çocuklar, birbirlerini göremiyorlardı. Biz de Mehmet’in okula niçin gelmediğini öğrenemiyor, ne zaman geleceğini de bilemiyorduk, doğal olarak. Bu devamsızlık ikinci haftaya da sarkınca, olumlu yönde epey yol aldığımız, grup çalışmamız için endişe duymaya başlamıştım. Döndüğünde Mehmet elemanlı, üçüncü bir grup oluşturarak çalışmak, işimizi zorlaştırmanın dışında, hiçbir işe yaramazdı.
Mehmet ikinci haftada da okula gelmemişti, ailesine de ulaşamıyordum. Okul çıkışı tozlu köy yolunda ovaya giden öğrencilerimizle, birlikte yürüyorduk. Biz yol bitimindeki zeytin ağaçlarının birinin altında gölgesinden yararlanıp, yukarı köylerden gelecek dolmuşu beklemeye başladığımızda. Çocukların da her biri kendi bağ ve bahçesine doğru yollarına devam edeceklerdi. Biz yoldayken bir traktörün arkamızdan veya ovadan bize doğru gelmesi, deyim yerindeyse hepimize “kaçacak delik aratırdı“ ama bizim öyle bir delik bulma şansımız da yoktu. Yolun iki kenarında zeytin ağacı bahçeleri vardı.
Her bahçenin kenarında çevrilmiş tel örgüler ve dikenimsi, çalılardan oluşmuş duvarlar olduğundan, hemen yoldan kaçma gibi bir seçeneğimiz olmuyordu. Bazen ardı ardına geçen traktörlerin oluşturduğu toz bulutlarının arasında biz ağzımızı, burnumuzu elimizle kapatmanın dışında hiçbir şey yapamadan, yürümek zorunda kalıyorduk.
Okul çıkışı köy yolunu öğrencilerimizle birlikte arşınlarken biz; henüz yolun başında sayılırdık. Bizden kısa bir süre önce aynı yola koyulmuş sekiz on kadar inekle yolumuz kesişince, biraz kargaşa yaşadık. Sahibi bu inekleri ovaya götürüyordu. Aralarından geçip, yürüyelim desek olmuyor, yol dardı.
- Müsaade eder misiniz? Siz hem yolu kapatıyor, hem de yavaş yürüyorsunuz desek, anlaşmamıza olanak yok.
İşe yarıyordu ki sahibi elindeki sopayla ineklerin yol rotasını belirleyip, bizim de anlamadığımız sesler çıkararak, inekleri birbiri ardından yürütüp, yolun açılmasını sağlıyordu. Tam da kargaşa bitiyor açılan yoldan ilerleyip gideceğimiz an gelmişti ki ben; gördüğüme bir anlam veremediğimden, bağırmaya başladım:
- Dur, dur, kardeşim! Ne işi var O’nun orada? Ezilecek o çocuk, derken durumu anlamaya çalışıyordum! İneklerin birinin karnının altında bir erkek çocuğunun sadece bacakları görünüyordu. Yürüyüşünü ineğin yürüme hızına ayarlamış, belini de ineğin karnına yapıştırmış, yüzü ve başı görünmeyen ama önlüğü ve pantolonundan erkek bir öğrenci olduğu belliydi. Kim, neden, kendisini böyle bir riske atmış olabilirdi? Benim bağırmamla herkesin dikkati ineklerin üzerinde yoğunlaştı. Yakalanmıştı, kaçabilme umudu hiç kalmamıştı! O gün devamsızlılığının ikinci haftasının son günüydü. Üzerinde okul önlüğü ve elinde okul çantası olan Mehmet’in, o ineğin altında ne işi vardı? Ben şaşırmanın ötesinde, çok da korkmuştum! Dengesini kaybettiği anda düşmesi halinde olabilecekleri ifade bile etmek istemiyorum. Ama sorulacak çok soru vardı. Mehmet’ in yüzünde hiç korku ifadesi yoktu.
- Oğlum ne işin var o ineğin altında, senin? Dedim ama Mehmet susuyordu!
Önlüğün de üzerinde, iki haftadır sen okulda yoksun!
Neler oluyor oğlum? Ben hiçbir şey anlayamadım, konuşsana!
İki haftadır okula gelmedin, bu ineğin altında neden saklanıyordun?
Mehmet sanki dilini yutmuş, konuşmayı unutmuştu. Sorularımız cevapsız kalıyor, Mehmet’ ten çıt çıkmıyordu. Bu aşamadan sonra konuşacağını da sanmıyordum. Olanlara da bir anlam veremiyordum:
- Çocuklar, kimin çardağı Mehmet’lerinkine yakın? Dedim, çocuklar:
- Herkesin çardağı kendi tarlasında, hepsi birbirinden uzak, dedi.
- Kimse Mehmet’in annesini görüp, konuşamayacaksa, hadi siz gidin o zaman dedim.
İnekler ve sahibi görünmez olmuştu. Diğer çocukları da gönderdim. Yolun ortasında üç bayan öğretmen ve Mehmet kalmıştık. Mehmet’in dudakları da hiç kıpırdamıyor, sessiz ve küçük harflerle de olsa konuşmuyordu Mehmet, durum gittikçe zorlaşıyordu. Konuşmamanın ötesinde, yüzümüze de bakmıyordu:
- Mehmet, seni bugün konuşturmadan, ben eve gitmeyeceğim oğlum. Bak, beni de bekleyen iki çocuğum var. Gidip onları bakıcıdan almak zorundayım. Annen de seni merak edecek. Ya anlatırsın, ya da arkadaşlarım bizim eve haber verirler, ben bugün eve gitmem, seni de göndermem, okulda mı kalırız? Muhtarın misafiri mi oluruz? Bilemem! Ya konuşacaksın, ya da konuşacaksın! Bundan kurtuluşun olamaz, anla artık, dedim:
- Babam beni öldürecek, dedi:
- Neden oğlum?
- Duyunca beni çok dövecek, dedi.
- Neyi duyunca seni dövecek, baban? Dedim:
- Öğretmenim, ben her gün ovadan okula geliyormuş gibi çıktım yola. Ova yolunda önce çok yavaş yürüyüp, arkadaşlar beni görmesin diye bahçelerde oyalanıyordum. Köye girdiğimizde ben evimize gidiyordum, havlumuzun içinde serdiğim çuvalın üzerinde oturup yatıyordum. Anamın yanıma kattığı yemeği yiyip, kendi kendime oynuyordum. Akşamüstü de okul çıkışında çocukların sesini duyunca; biraz sonra evin bahçesinden çıkıp, ovaya gidiyordum. Çocuklar beni görmemiş oluyor; anam, babam da beni okula gidiyor, sanıyordu. Naapcam ben şimdi? Derken…
Dokunsan ağlayacak bir haldeydi. O an Mehmet’e acıdım! O gün zamanı iyi ayarlayamayınca yakayı ele veren Mehmet’ten önce, ben ağlayabilirdim! O’na kızamıyordum, bu düpe düz ahlaksızlık olurdu! O an yanımızda bulunan iki öğretmen arkadaşım da geçen yıllarda; Mehmet’in birer yıl sınıf öğretmenliğini yapmışlardı! Hep birlikte yürümeye başladık, aynı zamanda da konuşuyorduk.
- Mehmet, sen şimdi hiçbir şey olmamış gibi evine, gideceksin. Okul çocuklarından hiçbirisi anne babanı göremeyecek, nasıl olsa! Sen de hiçbir şey anlatma. Annene, öğretmenim seninle mutlaka görüşmek istiyormuş. En kısa zamanda okula gidecekmişsin de. Ben annenle konuşayım. Baban da belki başkasından duymaz. Biz de söylemeyiz, ama sen Pazartesi günü mutlaka okula geleceksin, tamam mı? Belki sen de babanın dayağından kurtulursun, bile dedim. Ben annene, bu işlerin dayakla çözülemeyeceğini de anlatacağım. Ondan sonra baban duysa bile seni dövemez inşallah! Anlaştık mı? Dedim.
Gözleri doldu! Burnunu çeke çeke:
- Tamam, dedi! Ovanın yolunu tuttu!
Pazartesi günü, derse girdiğimde, masamda, üzerinde çürüme lekeleri olan, küçük, yeşil bir elma vardı.
- Bu elma kiminse alsın, dedim.
Mehmet ayağa kalktı:
- Onu ben size getirdim, dedi.
Elmayı elime alıp, evirdim, çevirdim:
- Güzelmiş, teşekkür ederim diyerek, masamın çekmecesine bıraktım!
En kısa zamanda annesi okula geldi. Uzun uzun konuştuk. Anlattığım bazı şeyleri özellikle eşine de anlatmasını istedim. Babasının da okula gelmesinin çok yararlı olacağını söyledim. Fakat babası hiç gelmedi! Annesi ovadan köye her gelişinde mutlaka okula uğrar oldu. Mehmet’le aramızdaki buzlar çözülmeye başlamıştı. Çalışmalarında çok büyük değişikler oldu. Diğer dört arkadaşıyla birlikte, yeni gelen öğrencilerden çok önce okuma yazmayı öğrenmişlerdi. Onlara düşündüğüm gibi bana yardımcı olma fırsatı da vermeye başlamıştım. Bundan çok hoşnut kaldıkları belliydi. ”Siz ileride çok iyi birer öğretmen olabilirsiniz“ dememe bayılıyorlardı. Yeni gelen çocuklara bir şeyler anlatırken, tıpkı bir öğretmen edasında davranmaya başlamışlardı. Çok zorlu geçen bir öğretim yılıydı…
Mehmet aynı sınıfın kapısından dördüncü yılının sonunda, en azından tam 5400 kere geçmiş oluyordu ama o yıl karnesinde…
SONUÇ: GEÇTİ yazıyordu. Amaca zorluklarla da olsa…
ULAŞMIŞTI!
Saygılarımla! Sayın Nesin…

Hiç yorum yok: