22.07.2010

Aziz Nesin’e Mektuplar…


Sayın NESİN;
Birlikte hareket ettiğim diğer iki arkadaşıma telefon ettim. Hemen geldiler; yüzümün ifadesinden ters bir durum olduğunu anlayabilmişlerdi. Her ikisi de geldiğinde “hayrola, sen hiç iyi görünmüyorsun!“ demişti. Konuşmaları ve koyduğum tavrımı onlarla da paylaştım. “Biz olsak; biz de aynı tepkiyi verirdik! İyi etmişsin!“ dediler. Ortak yeni bir karar almamız gerekiyordu. Patronların daha çok olduğu gurupla ipleri koparmış olduk, üç günde. Emekçilerin çoğunlukta olduğu guruba, biz geri dönmeliydik. Biraz zorlandık. Telefon edip, görüşme talebinde bulunduk…
Kısa bir öz eleştirinin ardından; bundan böyle kendileriyle birlikte çalışmak istediğimizi söylediğimizde, çok sevinmişlerdi. Henüz, köy gezilerine başlayamadıklarını söyleyip; yapılan ani bir planla hemen o gece bir köy ziyareti kararlaştırıldı. Biz de bundan sonra, çalışmalarının her aşamasında kendileriyle birlikte hareket etmek istediğimizi yenileyip, başkanın bürosundan ayrılmıştık!
İlk köy çalışmamızda, birkaç gün önce diğer gurupla gittiğimizde tanıştığımız; delege arkadaşlarla karşılaştık gene. Ani manevramız merak konusu oldu. Pek fazla üzerinde konuşmak istemedikçe biz; ilgi o alanda toplandı, kaldı. Anlatıp kurtulalım bari diye düşündük; diğer guruba acımasız eleştiriler yapılmaya başlandı, delegeler tarafından. Biz bu konudan rahatsız oldukça; birlikte çalışma sözü verdiğimiz başkan adayı, çok sevdi bu durumu! Çok da güzel kullandı! Özellikle köy delegesi, “kadına şiddet ve saygısızlık bu resmen; biz partimizde böyle şeylerin yaşandığını görmek, istemiyoruz“ dediler! Bizi çok sevip, “sakın yılmayın, biz hep yanınızda olacağız“ dediler! Yeni gurup, bunu çok iyi kullanınca, her köy ziyaretlerinde biz huzursuz olduk! İlk birkaç gün içinde üçümüzün de mide ağrıları başladı. Bir süre ağızda emilen, pastillerden almak zorunda kalmıştık!
İlçe Teşkilatlarındaki sorumluluğunu, bir partilinin daveti üzerine düğünden düğüne veya bir çay partisinde, sadece eğlence ağırlıklı etkinliklerde anımsayan kontenjanı doldurma amaçlı listelere yazılan kadınların yerine; sorumluluklarının bilincinde olanlarca, kendi iradesiyle katkı koymaya çalışacaklarca doldurulmasının gereğini yerine getirme gayretimizde, ilk haftada mide ağrılarına yenik düşmüştük üçümüz de…
Diğer gurupta devamlı gördüğümüz gençten bir arkadaşı, şimdilerde bu gurubun içinde görür olmuştuk. Onun diğer gruptan ayrılma nedenini merak edip, başkana sorduk:
-O arkadaşımız, ajan dedi!
- Nasıl yani?
- Aslında bizden ama götürebildiği yere kadar, o guruptanmış gibi yapıp, onların çalışmalarına da katılıp, bize bilgi aktarımı yapacak işte deyince!
Ben gülümseyerek, dinlerken! İçimden: “bu da ikinci dersin olsun diyordum“ kendi kendime…
Biraz da inatlaşmıştık. Kongreyi mutlaka kazanmak için kendimizi şartlandırmışçasına, çalışmalarımıza hız katmıştık! Gün boyu işyerimi beklerken, geceleri hiç aksatmadan çalışmalara katılıyor, yeni önerilerde bulunuyordum. Kongre günü geldi çattı, heyecan dorukta! O gün eski turizm bakanlarımızdan biriyle ve birkaç milletvekili ile tanışma fırsatımız olmuştu. Her şeyin ilki heyecanlı olurmuş misali; bu tanışma faslı da bizim için öyle olmuştu! Delegelerle selamlaşıp; desteklerini beklediğimizi hatırlatıp, durduk gün boyu. İşe yaramış olmalı ki! Oylama bitti, sayım yapıldı. İki oy farkıyla bizim gurup, seçimi kazanmıştı! Oyların bir kez daha sayılma talebi, divan tarafından kabul gördü! Sonuç değişmedi! Biz çok sevinçliydik. Gurubu kazandıran en önemli etkenin biz olduğunu ifade eder olduk:
- Biz üç kadın, dereyi geçerken atı değiştirmemiş olsaydık! En azından, bizim garanti olacak üç oyumuzla; şimdi onlar kazanmanın sevincini yaşayacaktı! Diyerek, kendi ağırlığımızı kabul ettirmeye çalıştık:
- Gerçekten, öyle! dediler.
On Ocakta ilk toplantımızı, yapmıştık! Görev dağılımı yapıldı. Bana Eğitim Sekreterliğinin sorumluluğu verilmişti!
- Böylesi bir sorumlulukta, ilk deneyimimiz olacak. İsterseniz bana başkanlık divanında bir sorumluluk, vermeyin dedim.
Kabul görmedi.
- O zaman, daha önceki Eğitim Sekreteri arkadaşlardan kalan çalışma dosyalarını alıp, bir inceleyeyim, dedim!
Ortada dosya vardı da belirli günlerde Anıt’a çelenk bırakma dışında, bir çalışma programı yoktu, maalesef! Tüzüğümüzü okuyarak, bilgi edinmeye çalıştım. İlk üç gün içinde vardığım kararı arkadaşlarla paylaştım. 24 Ocakta, Uğur Mumcu’yu ölüm yıldönümünde, anma programı yapmalıyız, dediğimde. Zaman dışında olumsuz bir neden öne sürülmemişti. Sonuçta bizim ekip öğretmen ağırlıklı bir guruptu. Benim önerimin içeriği de Sayın Mumcu’nun “Vurulduk Hey Halkım Unutma Bizi“ destanını ele alarak; seslendirme, slâyt gösterisi ve arkadan verilecek klasik müzik eşliğinde bir sunum olacağı için bu çalışmanın özü, bu kısa zamanda yetiştirileceği yönündeki kararlılığım sonunda, yönetim toplantısında bu anma programının yapılması kararını alıp, çalışmalara başlamıştık! Gündüzleri telefonla sık sık görüşmek yerine, yönetimdeki arkadaşlar, benim iş yerime daha çok gelmeye başladı. “Burası teşkilatın, karargâhı oldu!“ diye espriler de yapılıyordu!
Planladığımız gibi hazırlıklarımızı yetiştirdik; sıra akşamları tekrarlar yaparak, sunumun hiç hatasız yapılmasına özen göstermemize gelmişti. Sanırım Ramazan Bayramı öncesine denk gelmişti, bu çalışmalarımız. İlçe teşkilatı binası işyerime yakındı ama geceleri işyerlerinin açık olduğu, vatandaşın bayram öncesi alış veriş için akşam yemeğinden sonraki saatleri tercih ettiği günlerdi. Ben:
- Her şey planlandığımız gibi oldu. Ben kendi kendime boş zamanlarımda çalışsam da; ikide bir şu günlerde işyerimi, eşime bırakarak, gelmek zorunda kalmasam arkadaşlar! Bayramların tekrarı bir yıl sonra biliyorsunuz! Şu günlerdeki hareketten, payıma düşecek bereketten de olmak istemiyorum dedim; önerim kabul görmedi!
Program teklifini yapan bendim. Kurallara uymak gerekiyordu ama bu, biraz da anlamsızca bir ısrardı bence, ben her zaman çalışmaların tekrarına katılmasam, önerime hayır denilmesi! İşyerimle, arkadaşların yanına gidip gelerek, mekik dokur olmuştum. Müşteri eşime ısrarla, “Hocam nerede? Kendisinin burada olmasını isterdik“ derse, eşim bir saniye lütfen deyip bana telefon ediyordu. Koşar adımlarla gidince, üç dakika içinde ben yanlarına varmış oluyordum. Çocuklar bana: “Casper Teyze“ demeye başlamıştı. O sıralarda televizyonda yayınlanan, Casper çizgi filmini çocuklar çok seviyordu. Çocuklara yönelik ayakkabı satmaya çalıştığım iş yerimin kapı camlarına Casper şekilleri çizip, boyamıştım. Çocuklar bunu da çok sevmişti. Ben iş yerimin adını, Casper koymuştum. Karşılıklı iyi bir iletişim kurabilmiştik; bu küçücük iş yerimde çocuklarla! Öğretmenlik tecrübelerimin, önemli bir parçası olsa gerek! Yanaklarına kondurduğum içten bir öpücük; küçük bir parça çikolata ve şeker mi desem? Veya bir balon! Yoksa içten bir karşılama mı? Bilemiyorum, ben müşterim konumundaki çocukları; onlar da beni çok sevmişti…

Sevgilerimle, hoşça kalın:)

Hiç yorum yok: