9.03.2010

10.03.2010 ve 13.03.2010 Tarihleri Arasında Yayınlanan; Aziz Nesin'e Mektuplar Dizisi

10.03.2010
Kasaptan eve dönüş yolumda, düşünmekten kendimi alamadım.
Taa çocukluğuma gittim o kısacık yolda. Okuma şansımı yaratabilmek için henüz on yaşımdayken verdiğim mücadele, geldi gözümün önüne. Hayatın işte böyle acımasız, katı yanları da var! İlkokulu bitirdiğim köyümde, bana ve büyüklerimize, okuyarak hayatını kazanmış, somut olarak örnek olabilecek, bir kız öğrenci yokken; ben okuyabilmek için mücadele verip, anneme karşı bu mücadelemde kazanan taraf olmuştum! Bunu hep önemsemişimdir de; biraz önce şahit olduklarımdan olsa gerek o an içimden: “şükretmek geldi!“
Akşam yemeğini hazırladım ama yiyemedim. İlk kaşıkta ağzıma gelen et parçası, çiğnedikçe büyüdü sanki yutamadım. Koşar adımlarla mutfağa gidip, boğazımdan geçemeyecek kadar büyümüş hissi veren lokmamı, çıkarıp çöpe attım. Ancak öğürmemi engelleyemedim. Öğlen okula götürerek yediklerim çooktaan midemi terk edip, olması gereken kanallara gitmiştir. Boş midem, kusma refleksime yardımcı olamadı. Çıkardığım onca kuru gürültüye rağmen, birazcık su çıkmıştı. Ev sakinlerinin:
- Ne oldu sana?
Merakıyla arkamdan koşturup, onları da telaşlandırmaya yetecek kadar uzun sürmüştü, boğazımda sorun çıkaran lokmamla cebelleşmem!
Aynı gece uyku da tutmayınca, Erdal Atabek'e yaşadıklarımı yazdım. Çok kısa bir süre sonra, kendisinden şöyle bir cevap aldım:
“Toplumsal çelişkilerimizi sizin gibi duyarlı kadınlarımız sayesinde aşacağımız inancıyla; yeni yılınızı kutlar, özlemini duyduğunuz adilce bir paylaşımın, en kısa bir zamanda yaşandığını görebilmemiz umuduyla, başarılarınızın devamını dilerim…“
Erdal ATABEK
Cevap alabilmem, dikkate alınmışlıktan dolayı beni mutlu etmişti. Yaşadığım veya düşündüğüm olayların etkisinden kendimi kurtaramayınca; yazarak rahatlamayı tercih etme gibi bir alışkanlık oluşmuştu. Bunları mektup olarak bazen birilerine gönderirken, birçoğunu da çekmecelere atmama rağmen, aynı şeyleri düşünüp durmaktansa, içine duygularımı da katarak yazmayı tercih ederdim, zamanla alışkanlığa dönüştü…
Mektup yazdıklarımın içinde rahmetli Duygu Asena ve Gani Müjde de vardı. Faks ve mailin iletişimlerimde henüz yer almadığı dönemlerde. Rahmetli Asena'ya çekmecelerde kalacağını bilmeme rağmen, günlük yaşantımızın doğal akışı içinde yaşadıklarımın etkisinden kendimi kurtaramayınca; bir de uykusuz kalıp o konuyu uzun uzun yazarak rahatlamayı tercih edişimin alışkanlığa dönüştüğü konusunda yazmıştım. Kısa bir süre sonra:
“Bence çok güzel bir alışkanlık; devam edin, size sıkıntı verecek olaylardan, kendinizi daha az zarar görerek, kurtarmış olmanın ötesinde, bu emeklerinizin bir gün, hak ettiği yere ulaşacağı inancımı sizinle paylaşarak, başarılarınızın devamını dilerim.“
Duygu ASENA
Yanıtını almıştım, kendisinden.
Sabahın 06.30 unda konu buraya nasıl geldi? Mektup gönderip, cevap aldıklarımın arasında, Anayasa Mahkemesi Başkanlarımızdan
Yekta Güngör Özden, TRT- 2' de uzun yıllar, Akşama Doğru Programını yapan, Seynan Levent Hanım da vardı. Bu tanınmış kişilere mektup yazıp cevap aldıkça hoşuma gidiyormuş ki bana ters gelen veya paylaşma gereği duyduğum konularda, kendileriyle ilgili düşüncelerimi kendime saklamaktansa, ilgili kişilerle paylaşmayı tercih eden bir yaklaşım içindeydim, bundan yıllar öncesi. Cevap aldıkça yazma, paylaşma süreci bende devamlılık göstermişti. Yıllar önce bir gün, Gani Müjde'ye:
Devamı yarın, saygılarımla, hoşça kalın…
http://www.kadriyecosar.blogspot.com

11.03.2010
“Sayın Müjde dün televizyon reklâmlarında, Korhan Abay'ın konuğu olacağınızı öğrendiğimden, bugün okul çıkışında çocuklarımın bu akşam ve yarın ben evde yokken, evdeki düzenlerinin aksamaması için yapmam gerekenlere hız katıp, işlerimi bitirip, programınız başlamadan ekran karşısına geçip, sizi izleyerek hoşça vakit geçirmeyi düşünmüştüm. Abay'ın size:
- Kitap satışlarınızın çokluğunu neye borçlusunuz?
Sorusuna verdiğiniz yanıtta:
- Kitabımı alana araba hediye ediyorum, dediniz.
Bu itirafınızdan edindiğim bilgi doğrultusunda, ben ikinci kitabınızı da satın alan bir vatandaş olarak, araba hakkımı ikiye katlamış olduğumu programda, sizden öğrenmiş oldum. İkincisinden feragat ettiğimi, ancak görev yerim olan köyüme gidip gelirken, işimi fazlasıyla kolaylaştıracağından emin olduğum, birinci araba hakkımı acilen kullanmak istediğimi tarafınıza bildirir, aşağıdaki adresime en kısa zamanda geciktirilmiş de olsa hakkım olan arabamın gönderilmesi ricasıyla!
Saygılarımı sunar, başarılarınızın devamını dilerim…“
Diye bir mektup göndermiştim.
Sayın Müjde en kısa zamanda zarfın içine, dergiden kestiği son model, çok güzel görünen bir arabanın resmini keserek bırakmış ve yanıtında şöyle demişti:
“ Sayın Kadriye Coşar
Kitabımı almış olduğunuz için size söz verdiğim arabayı (anahtar teslim) adresinize gönderiyorum.
Gördüğünüz gibi deliler verdikleri sözü tutarlar.
Evrime ve eşinize sevgiler, iyi günlerde kullanın.’’
Demişti ve zarfın içinden bir de şunlar çıkmıştı…



Tereciye tere satmanın pek de kolay olmadığını gören ben, dersimi almış, canım sıkıldıkça ilgili bulduğum, tanınmış simalara mektup yazıp, göndermekten vazgeçmiştim!
Erdal Atabek'e yazdığım mektup, konuyu buralara getirdi. Asıl önemlisi, henüz on yaşındayken, PTT hizmetlerine ulaşabilme olanaklarından yoksun köyümden, evine ayda bir gelen Gardiyan Salih Amca ile elden, Diyarbakır'da oturan, Dayıma gönderdiğim mektup olmuştur! Bu öyle bir mektup ki…
Gelişimini ve açılımını sizinle paylaştığımda, bu fikrime sizin de katılacağınızdan çok eminim!
İki ablam da sınıfta başarılı öğrencilermiş. Onların döneminde köyümüzün ilkokulunda, çocuklarının aydın geleceği için duyarlı bir öğretmen varmış! Bu köy çocuğu için çok büyük bir şanstır bence. Ancak bazen tek başına etkili olmayabiliyor. Her ikisi için de eve kadar gelip, babamdan kızlarını okutması için izin almanın ötesinde, ikna etmeye de çaba göstermiş. Körü körüne aynı noktada direnç gösterip, değişime ayak uyduramayan inatçı bir yaklaşımla babam:
“nuh demiş, peygamber dememiş!“
Deyimine tipik bir örnek davranışı sergilemiş. Kızlarının ikisine de okuma izni vermemiş! Ancak ilk çocukları olan ablalarımı, kendi elleriyle anlaşıp mutlu olabilecekleri bir hayat arkadaşıyla yuvalarını kurabilmek için de ömrü yetmemiş. Genç yaşında vefat edince; anacığım otuz sekiz yaşında, beş çocuğun tüm sorumluluklarını, göğüslemek zorunda kalıvermiş tek başına!
Ben bunu ablamlardan o kadar çok dinledim ki ilkokuldan sonra, okuyup öğretmen olmaya karar vermiştim. Annemi ikna etmenin kolay olacağını düşünüyordum. İlkokul dört ve beşinci sınıfına gelince, bunun hiç de kolay olmayacağını gördüm ama pes etmedim! Okuma fikrimi paylaştığımda bunun imkânsızlığını görmek için yetişkin olmak gerekmiyordu. Bu katı yaklaşımın sebebini, ben de yıllar sonra anlayabilmiştim…
Güneydoğunun bir köyünde, beş çocuğunla dul kalmış bir kadın. İlk iki numara için birkaç yıl önce bu senaryo dinlenilmiş; kocası uygun, görmemiş!
Şimdi kocası da yok! Köyde kızını okutan da! Komşularından olumlu bir örnek görse belki yumuşayabilir de; o da yok! Küçücük köyde bir ilke imza atmak, kolay olmasa gerek! Ben de inatçıyım:
Devamı yarın, saygılarımla, hoşça kalın…
http://www.kadriyecosar.blogspot.com

12.03.2010
- Bana ne! Bana ne, okuycam işte! Deyip tepiniyorum…
- Git başımdan, beni deli mi etcen, sen? Ben seni nereye nasıl, getirip götürcem? Havada bulut, sen bunu unut, kızım! Rahmetli babanın yapamadığını benden istiyorsun. Olmayacak duaya âmin deyip, seni de umutlandıramam, günah! At o kitapları, git avluda oyna, salıncağa bin diyordu annem!
İnatlaşma faslı devam edince de annem, eline aldığı “peşkirle“ (bildiğimiz yüz havlusu) beni döverek, gözdağı vermeye çalışıyordu…
- Aklını kullan, bu konuyu kapat! İzin mizin yok! Sabrımı taşırıyorsun, ben de seni dövmek zorunda kalıyorum. Beni üzme çocuuum! Diyordu…
Annemin dayak anlayışı peşkirle, üzerimdeki tozları silkelemekten ibaretti. Terlik, süpürge, kürek, sopa, maşa gibi şeylerle bizi dövmeyi hiç denemeyen, akıllı bir köylü kadınıydı; rahmetli anacığım! Komşularının kendi çocuklarını dövdüğünü gördüğünde:
- Şımardı diye basıyon sopayı! Ters bir yerine gelse hepten deli olsa bu çocuk, o zaman ne yapcan? Koca insanlar, çocuk dövmeye hiç utanmiiisiniz de! Bak komşu, başına vurma deli olabilir. Yan boşluğuna denk gelir elindeki sopa, böbreğini zedelersin. Aniden boş bulunur da çocuk, korkuyla aklını şaşırır! Ben hiç dövmedim çocuklarımı, hakket bişey olur deye korkuyom! İşte bazen, dört numara, okuycem işte bane ne! Okuycem; deye sabrımı bitiriveriyooo!
Gözdağı vermek için o da peşkirle görünüveriyom, bazen…
Şeklinde konuştuklarını duyuyordum. Peşkiri de hiç kafama takmıyordum. Annem de bunun farkına varınca caydırma politikasını değiştirip, daha etkili bir yol seçmişti. Kitaplarımı saklamak gibi etkili bir yöntem bulmuştu sonunda! Belli sürelerde veriyordu. İlkokul için verilen ödevlerimi yapmama karışmıyor ancak süre koyuyordu.
Gaz lambasını yakıp hazırlar, anlaşmayı yapardı:
- Hadi geç lambanın başına ödevlerini yap; başında oturup hiiç oyalanma, daha bitmedi ya desen de sökmez! Bir saat sonra lambayı söndürcem bak, o zaman bana hiiçç mızmızlanma!
Diye anlaşma yapar, ertesi gün okulda ödevini yapmayan çocuk pozisyonuna gelmemem için çalışma ortamımı hazırlar ve şartını da koyardı. Koymakla da kalmaz kesinlikle uygulardı. Bizim çocukluğumuzda köyümüzde elektrik yoktu. Lüks diye bir aydınlanma aracı vardı da, enerjisi küçük tüp olunca, çok özel günler için kullanılırdı. Gaz lambası söndürülünce ışığı daha az olan, haznesinde yağ olan daha az ışık veren, daha küçük olan bir lamba yakılıyordu. Yanılmıyorsam ona da karagöz deniliyordu…
Benim bu konudaki en büyük şansızlığım; üzülerek ifade edeyim ki:
“İlkokul Öğretmenimdi!“
Emekli bir öğretmen olarak, bu ifadeyi kullanmak zorunda kalmış olmaktan dolayı, inanın çok üzgünüm!
Köyümdeki ilkokulumuzda bir tane öğretmenimiz vardı. Beş sınıfı aynı dershanenin içinde aynı anda eğitip, öğretiyor; sorumluluğunu yapmaya çalışıyordu. Çevre köylerden de çocuklar bizim okulumuza gidip gelerek, eğitim hakkını kullanıyorlardı. Biz onlara göre daha şanslı sayılırdık. Benim şansızlığım, dört ve beşinci sınıftayken ben, öğretmenimin bana verdiği ağır bir sorumluluk hakkında tartışma hakkımın bile olmadan; kabullenip gereğini yapmak zorunda olmamdı! Bizim sınıfta üç kız, iki erkek öğrenci vardı. Kızlardan biri Öğretmenimizin kız kardeşi, Asiye ve Muhtarın kızı Vesile ile bendim toplam beş kişiydik. Çevre köylerden gelip de aynı sınıfta olduğumuz var mıydı? Anımsayamıyorum! Çevre köylerden gelen arkadaşlarımızın çok devamsızlıkları oluyordu. Her gün henüz üçüncü derse girdiğimizde öğretmenim bana:
Devamı yarın, saygılarımla, hoşça kalın…
http://www.kadriyecosar.blogspot.com

Hiç yorum yok: