28.12.2009

Aziz Nesin'e Mektuplar

25.02.2007


SAYIN AZİZ NESİN
Ulaşım güçlüğü yaşayarak, uzun yıllar aynı köyde, tayin kanallarına bir türlü girebilmeyi beceremeden, aynı okulda, öğrencilerimin çocuklarını, okutmaya başladığım yıllarda, emekli olmuştum! Bu zorlu dönemlerde; ilçe milli eğitim müdürümüz değişmişti. Bireysel olarak kendisinden, hiçbir talebim olmamıştı ama bu yeni atanan ilçe milli eğitim müdürümüz, benim ulaşım sorunumu, çok iyi bilenlerden biriydi. O yıl düzenli çalışan bir dolmuşu olan, bir başka köydeki boş kadroya, öğretmen görevlendirmesi gerekince, ilk aklına gelen isim ben, olmuştum. Bir gün makamına çağrıldığımda:
Bir yıllığına, geçici görevle, düzenli olarak çalışan bir dolmuşu olan, bu köy ilkokulunda çalışmam teklifine, hiç düşünmeden, “evet “ deyip kabul etmiştim. Kadrolu olduğum okulumdan, özel eşyalarımı alıp, yeni görevlendirildiğim köy ilkokuluna gitmek için yıllarca her sabah gittiğim, köy dolmuşlarının bulunduğu, durağa gitmiştim. Kendi kadrolu köyüme de gitmek için aynı durağı ve dolmuşları kullandığımdan, herkes birbirini tanıyordu, zaten. Dolmuşa bindim, uzun yıllar çalıştığım köyümün yol ayırtına geldiğimizde, ben yola doğru bakarken, şoför dolmuşu durdurup, inmem için de beni uyardığında, ben:
- Bu yıl burada inme sorumluluğunu, başkasına devrettim. Artık her sabah beni de yol ortasında, değil. Köyünüzde okulun kapısının önünde indireceksiniz dediğimde. Şoförümüz, sevincini saklayamamıştı! Bir yıllığına da olsa ben de ulaşım rahatlığının, keyfini çıkarmıştım. Bu okuldaki öğretmen kadrosunu da tanıyordum. Bana ilk günden:
- Seçme hakkınız yok, üçüncü sınıflar boşta, sınıfınız da güneş görmez, umarız geldiğine pişman olmazsın, demişlerdi. Pişman olmadığımı belirtip, o yıl yaşanan ilginç olayları sizinle paylaşayım. Sınıfım, eski bir köy ilkokulunun, eskiden kullanılan, beslenme odasıydı. Şimdi sınıf olarak düzenlenmişti. Anlı şanlı süttozundan, hazırlanan sütlerin, köy çocuklarına, içirildiği dönemlerdeki beslenme odasından oluşturulan sınıfımızda, öğrencilerimle unutamadığım, bir yıl geçirmiştim.
Zil çalınca sınıfıma gidip öğrencilerimle de tanıştım. Bu okula sadece bir yıl çalışmak için görevlendirildiğimi söyledim. Buna kimsenin aldırdığı da olmamıştı sınıfta, çünkü birbirimizi tanımıyorduk. Seneye burada olmayacağım için kim niye üzülür gibi yapsın ki köy çocuklarının en çok bu yönünü seviyordum! Her zaman ya göründüğü gibi olurlar ya da göründükleri gibidirler. Müfredatımızdaki konulara geçmeden, tek tek kalkıp, kendilerini tanıtmalarını istedim. Ben de isimlerini daha çabuk öğrenebilmiş olmak için pür dikkat dinledim onları.
Size ilk mektubumda, yüreğimde iz bırakan çocuklarımı tanıtmaya çalışırken, “günde üç defa arkadaşlarıyla kavga etmeden duramayanları vardı” demiştim. Bir yıllığına görevlendirildiğim sınıfta, sorunlu davranışlarıyla dikkat çeken, beni de fazlasıyla üzüp yoran, Yusuf’tu O! Yusuf, abartısız günde en az üç kere kavga etmeden, duramıyordu. Bu alışkanlık haline gelmiş davranışından, okulun öğretmenleri ve öğrencileri de yaka silkeler olmuştu. O yılın zorluğu benim için Yusuf’un bu davranış biçiminden kaynaklanıyordu.


Yusuf, okula düzenli olarak gelip gidiyor fakat okullu olmanın gerekleri, O’nu pek ilgilendirmiyordu. Sınıftaki çalışmalara ilgisiz, okumaz, yazmaz, resim bile yapmazdı. Yusuf’a hiç olmadı, bir resim bile yaptırabilsem. Alkışlatıp, resim köşesine asarak, fazlasıyla öveceğim ama Yusuf onu da yapmazdı. O, hep kendi haklılığına inanıp ‘’ama diye bir başlardı şikâyetlerine” susturabilene aşk olsun; dedirtecek bir durumdaydı! Nasıl yaklaşsam da şu çocuğa bir resim yaptırabilsem, diye ciddi ciddi düşünmüşlüğüm çok oldu. Çünkü okur, yazarlığı durumu hakkında, hiçbir şey bilmiyordum ki! Haftalar geçtikçe, huzursuzluğum artıyor, bir arpa boyu yol alamamışlığıma, üzülüyordum.
Bu şekilde dikkati üzerinde mi toplamak istiyordu? anlayamıyordum. Eğer böyleyse diye düşünerek, ben de hep sonuçsuz kalan. ”Hadi Yusuf, bu bölümü de sen oku, bakalım.” Yaklaşımımdan bilerek uzaklaşıp bir süre O’na yokmuş gibi davranma kararı verdim. Aldığım kararı bir hafta uyguladım, her şey rutin halinde devam etti...
Yusuf, gene her gün birilerinin canını yaktı, sınıfta zaten etkisiz elemandı. Gene öyle oldu, tek değişiklik arada bir benim tarafımdan adının söylenmemesiydi. Adı söylendiğinde de o gene susuyor, sessiz kalmayı tercih ediyordu, anlayamadığım bir kararlılıkla! Sonuç alamadığım içinde ikinci haftada da O’na karşı yaklaşımımı değiştirmeyecektim. Ancak bunun doğruluk derecesini de tam olarak, bilemiyordum. Çocukla üçüncü sınıfta karşılaşmış, ailesini de henüz tanımıyordum. Kesinlik kazanan bazı düşüncelerimden sonra aileyi devreye sokacaktım.
Davranış biçimim değişmedi. İkinci haftanın da ortasına gelmiştik. Sabah yoklamasını yapıyorum. İsimlerini okuyup, burada yanıtından sonra, hemen defteri işaretlemenin ötesinde, çocuk: “buradayım” derken ben, mutlaka sabah sabah yoklama bahanesiyle, öğrencilerimle göz teması kurup, hafiften gülümseyerek, otur der, sonra defterimi işlerdim. Bunu da alışkanlık edinmişçesine yıllardır böyle, yapardım.
- 165 Yusuf, dedim.
Kafamı kaldırıp, O’nun sırasına doğru baktım. Yusuf’u, sıranın altında saklanır bir vaziyette, gördüm.
- Buradayım, diyordu da…
Burada olduğunu gösteren bir vücut yok gibiydi, sadece sesi vardı. Saklanma sebebini ben de merak ettim. Biraz da kararlı, bir ses tonuyla:
- Kalksana, oğlum! dedim.
- Buradayım örtmenim, dedi.
- Neredesin demiyorum Yusuf? Kalksana diyorum, diye ekledim. Ayağa kalkıp, öyle cevap vereceksin!
Yusuf ayağa kalktığında, O’nu çok tedirgin görmem beni de endişelendirdi ama ben duygularımı saklayarak, durumu anlamaya çalışıyordum. Bir süreden beri de O’na karşı ilgisiz, mesafeli duruşumdan da endişeliyim ya…”Kaş yapayım derken, göz çıkarmamak” için de kendimi sorumlu hissediyordum. Kabadayı tavırlarından hiç eser yoktu o anda! Bunun yerini bir eziklik, suçluluk duygusu almıştı sanki de bunun nedenini anlamaya çalışırken, ben durumu anladım, tavrımı bozmadan, O’na bakmaya devam edince. Olay bence kafamda, netleşti. Benim O’na soğuk ve ilgisiz davrandığımın O da farkındaydı, bu gün kendisine aklınca kızacağımı düşünüyordu da kızmamın derecesini, tahmin edemiyordu. Onların da beni tanıma dönemleri sayılırdı, bu günler…
Yusuf’un üzerinde okul önlüğü yoktu! Endişesi bu olsa gerek, diye düşündüm:
- Kalk bakayım, kalk kalk; dedim! Çık şöyle ortaya…
Yusuf, kaygılı, olacakları, bekliyor! Ben:
- Ne güzel gömlek bu böyle? dedim.
Yusuf şaşırdı…
Gömleğini ilk defa görüyormuşçasına kafasını, vücudunun sağına, soluna, önüne, çevirerek baktı uzun uzun…
Sonra da bana baktı! Durumu anlayamadı, şaşkınlığı artarak devam ediyordu…
- Nerden aldınız bu gömleği Yusuf? Sana da çok yakışıyor, oğlum! Derken ben, ciddiyetimi hiç bozmamaya çok özen gösteriyordum.
Yusuf’un ötesinde, sınıftaki çocuklar da şaşırdı, bu iletişim şeklimize. Ben Yusuf’a özel, O’na ait olan övülecek güzel bir şey aramış, durmuşum günlerce de bulamamışım! Kaçar mı bu gömlek? Kaçmamalı… Sorumu yanıtladı:
- Almadık öğretmenim, okulun karşısında, Terzi Ahmet Amca var ya! İşte O’na diktirdik, dedi.
- Helal olsun! Ahmet Abi’ye! Usta terziymiş… Ben de kumaş getirsem, bana da diker mi acaba? dedim.
Sınıftakiler hep bir ağızdan, koro halinde:
- Öğretmenim, O erkek terzisi yaaa! dediler…
Ben, içimden Yusuf’un dışında, bütün sınıfın bu yaklaşımımı anlamamasına da sevinmiştim. Kendi kendime, o anda “ya tutarsa“ boşa söylenmiş, bir söz olamazdı zaten! Burada olayı, bağlamak gerek, artık diye düşünüyordum:
- Gömlek, güzel de! Sana da çok yakışıyor, tamam kabul ettik!
Hani senin önlüğün nerde? Dedim, sesimde gene bir kararlık, hâkimdi! Yusuf:
- Öğretmenim, annem yıkamış, dedi.
- Iıııhh…
Demek, annen önlüğünü yıkamış…
Bu durumda senin bir suçun, yok ki! Neden öyle saklanıyordun, oğlum?
Annen, önlüğünü akşamdan yıkar da kurutamazsa, sen de mutlaka kurallara uyacağım diye, okula yaş olan önlüğü giyip de gelecek, değilsin ya dedim! Annene söyle, senin önlüğünü hafta sonlarında yıkasın, bundan sonra. Güzel gömlekli Yusuf’um! Otur…
Diye, eklerken de sırayla ilgi bekleyenler, yarından itibaren, önlüksüz gelmeye kalkarsa, ne yapacak? Durumu nasıl normale çevireceksin bakalım? Diye düşünüyordum…
Ders saati boyunca, dimdik oturdu, Yusuf! Ben de kendisine kayıtsız kalma davranışımdan vazgeçip, sık sık göz temasında bulunmanın ötesinde, gülümsedim…
Zil çalıp teneffüse çıkarken, çocuklar:
- Yusuf, sana teneffüste haksızlık edip, çatanlar olursa, döverek onların cezasını, sen vermeyeceksin! Gelip, bana söyleyeceksin, dedim. Bak annen önlüğünü hafta ortasında yıkayarak, seni sınıfta zor durumda bıraktı. Ben, sana kızdım mı? Hayır! Çünkü annenin yanlışı yüzünden, seni cezalandırmam yanlış olurdu! Senin, anlaşmazlıklarınızda arkadaşlarını döverek cezalandırman da çok yanlış! Anlaştık mı? Kavga, dövüş, yok! Sana çatan olursa da gelip bana anlatacaksın, dedim!
Kimsenin O’na çatma cesareti kalmamıştı, zaten! O nasıl beceriyorsa, mutlaka birilerine çatmayı beceriyor, çatmanın da ötesinde, aklınca cezasını da veriyordu!
- Bana anlatacaksınız, kimin haklı, kimin haksız olduğuna ben, karar vereceğim!
Derken ben, Yusuf hala gömleğine bakmaktan, kendini alamıyordu. Bana da:
- Tamam, tamam öğretmenim! Diye de söz veriyordu…
O gün, kimse kimseye çatmadı! Gün boyu hiç, kavga olmadı! En güzel kazanımımız ise ertesi gün Yusuf defter, kitap, kalem ve silgisiyle, barış ilan etmişti. Kendiliğinden herkes yazarken O da yazdı, ilerleyen günlerde. Yusuf şikâyetlere başlayacak gibi oldu! “Ama öğretmenim” dedi mi? Geriye gidip, aynı kavga ve dövüşlerin başlamasından korktum! İlk “ama öğretmenimlerinde, Yusuf’un!” Ben hemen, bir yenilik yapmayı denedim:
- Bundan böyle, bana anlatmak istediğiniz kavgalarınız, sataşmalarınız, tartışmalarınız olacaksa, çocuklar! Lütfen, herkes çok iyi dinlesin ve şu anda koyduğum kurala, mutlaka uysun! Anlatacaklarınızın özünde kavga varsa, oturup, yazacaksınız, bana da yazılı olarak vereceksiniz!
Buyurun, kâğıtlarınız da benden olsun, dedim! Masamın üzerine koyduğum, bir tomar saman kâğıtlarını gösterip, bana sormadan bu kâğıtları alıp, şikâyet ve kavgalarınızı yazıp, bana verebilirsiniz, dedim! Bu teklifim hiç rağbet görmedi. Kavgaları azaltmakta etkili bir yol olmuştu!

Ben zaten, o okulda bir yıllığına görevlendirilmiştim. Ondan sonraki okul hayatı hakkında hiçbir şey bilmiyorum. Yusuf, şikâyetlerini de yazılı olarak istediğimden bütün sınıf; bunu kayıtsız, şartsız, kabul edip, olmuş bitmiş kavgayı oturup yazacaksın, öğretmen okuyacak, kim haklı? Kim haksız? Bulunacak! Zor iş! Ben de arada bahçedeki konuşmalarını duyuyordum bazen, hatırlatmada bulunuyordum:
- Kavga edip de yazmaktan üşenenler olursa, bana onları da bildirileceksiniz tamam mı? diyordum.
Kavgalarının yazılı hale getirilmesine kimse rağbet etmedi. Teneffüslerde kavga için horozlanan olduğunda, birbirlerine:
- Git başımdan oğlum ya! Durduk yerde, bir de sınıfa gidip de O bunu dedi, ben de onun için böyle yaptım diye rapor mu tutcam ben şimdi? Git başımdan git! Bana çatma, bana çatma oğlum! Diyorlardı, birbirlerine…
Bunu duymak, benim de hoşuma gidiyordu, rapor yazmaktan üşendikleri için de olsa kavgadan kaçışları. Yazılı rapor sunma, Yusuf için de hoş bir durum gibi kabul görmedi! O da pek sorun yaşatmamıştı bize, bu karara uymuştu! Ben de bir yıl boyunca yol maceralarından uzak kalmıştım!
Emekli olunca da ikramiyemle kendime küçük bir işyeri açmıştım. Mekânımı beklerken yıllar sonra işyerimden giren, kırmızı şortlu, uzun saçlı genci müşteri sanarak:
- Buyurun, nasıl yardımcı olabilirim? Kimin için? Nasıl bir ayakkabı düşünüyorsunuz? demiştim.
Ayakkabıları alma, satma, sergiyi açma, toplama, mekânı açma, kapama, temizleme gibi her işinden tek sorumlunun, ben olduğu yeni bir işim vardı, o sıralarda. İlçemde bir bayanın ayakkabı alma, satma, esnaflık yapmasının da uzun uzun anlatacak, öyküleri oluşmuştu bende!
Devlet memurunun esnaflığı da zor oluyormuş. Benden sonra esnaflığa özenen memurlara duyurulur! Olaylara çok düz mantıkla bakıyor olmak, ailesi istediğini alamayınca müşteri de olsa, çocuğun tepkisinin ağlamak olması karşısında, kayıtsız kalamamak! Aman, bende çok nasıl olsa! Bir ayakkabıdan ne olacak ki! O da benim hediyem oluversin yaklaşımım. Hemen yanı başımdaki mekânda çok eski köklü aileden olan, komşumun durumu görüp anlayınca, sırf beni düşündüğü için, bana:
- Hocam bu işler öğretmenliğe benzemez aaahhhh…
Çok farklıdır! Dikkat et! “acıma acınacak hale düşersin!’’ Bu mekânların da kuralları vardır haaa! Senden alamayan, başkasının müşterisidir, zaten! Yapma, bu mekânlarda duygusallık sökmez, demeye başlaması! Daha ne diller dökerdi de ben onların dediği gibi yapamıyordum, birçok şeyi…
Bu işin de okulu yoktu ki! Yaşayarak öğreniyordum! Çok uğraşmıştı, dükkân komşularım benimle çok! Hepsinin tek, ortak stajyeriymişim gibi davranıp, önerilerini, saygıyla dinlerdim. Dinleme faslında bir sorun yoktu da iş, anlatılanları eyleme dökmeye geldiğinde, ustalarımdan ben hep zayıf not alanlardandım!
Bir keresinde çok sevimli, gösterişli, ucuz ve rengârenk olan sandaletlerin; ıslak zeminde kayabileceğini, maalesef satın aldıktan sonra fark edebilmiştim. Sonuçta benim gibi satın aldıktan sonra bu durumu fark eden annelerin, dikkatsizliğinin faturasını, bir çocuk ödeyecekse! Daha duyarlı davranıp, bunu satmadan önce söylemeye başlamıştım:
Hiç bir şey sormadan müşterim, ben:
- Aman Hanımefendi, lütfen dikkat edin! Islak zeminde giydirmeyin. Allah korusun! Diye anlatmaya başladım mı? Henüz hangi ortamlarda giydirebileceği faslına gelememişken; ben!
Parasını ödemiş bile olsa, müşteri bu gösterişli sandaletleri almaktan vazgeçip:
- Kalsın o zaman diyordu.
Ama ben de bu yaklaşıma rağmen, kayacağını bile bile söylemeden, bir sonraki müşteriye hiç açıklama yapmadan, sarıp sarmalayıp, satamıyordum. Emekli öğretmen olan karşı komşum da müşterilerle aramızdaki gelişmeleri anlayınca:
- Kızım sen bu mekanı niye açtın? Ben anlayabilmiş değilim! Sonuçta bunu sana satan da bir esnaf değil miydi? Sana bu güne kadar malının ayıbını söyleyen oldu mu hiç? Sen böyle yaparsan bu iş olmaaazz; diyordu! Caddenin başında, elinde bir çocuk eli olan, bir bayan gördüğünde, başlardı dersini anlatmaya bana, karşı komşum… Ola ki benim dükkâna uğrayacak bir müşteridir belki, yanına da çocuğunu alıp çarşıya çıktığına göre, ayakkabı da alabilir, diyerek:
- Hocam bak, çok zor değil, dene!
Bir: Müşteri sormadan bilsen bile malının ayıbını söylemeyeceksin!

İki: Müşteri anlar gibi olur da sorarsa, kaymaz ve kesinlikle kopmaz diyeceksin! Hepsi bu yaaaa! derdi de…
Ben, komşuma çok kolay gelen bu iki cümleyi, onca emeğe karşın, bir türlü, komşumun istediği gibi ezberleyip, onun istediği gibi tekrar edemiyordum!
Bir grup sandaletten para kazanmış olmak için benim yapamayacağım, beceremeyeceğim bir dersti bu! Sonunda o sandaletler, alışveriş yapanlara, açıklaması yapıldıktan sonra hediye olarak verdiğim, eşantiyon mal olmuştu da gene de bitirememiştim. Uzun uzun açıklama yapmaya kaklınca ben, hediye bile olsa kabul etmeyen müşteriler, bana:
- Madem hediyem olsun diyorsunuz. Kayıyorsa, onun yerine ben şu terliği alayım o zaman diyenlerin, eline aldığı terliği, “o olmaz ama“ diyerek, geriye de alamıyordum.
Satın aldığı ayakkabının da hediye sayılan terlikle, karı gitmiş oluyordu da bir daha gelmeme ihtimalini düşünüp ben, ”hadi bu da böyle oluversin, sus bir şey deme artık, ayıp olur! Müşteri velinimettir demişler ya, boş ver “ derken kendi kendime…
- İyi günlerde kullanın, her zaman bekleriz. Güle güle iyi akşamlar, derdim!
Oysa rengârenk, süngerden yapılmış, üzerinde oynayan gözleri olan, çok sevimli, çok şirin sandaletlerdi onlar! Karşı komşumun dediği gibi eğer kayar, kopar, demeseydim! Sezonda en çok parayı o gruptan, kazanırdım! Sonuçta tabanı, ince tırtıklı sünger olduğundan, kayardı canım! Nasıl kaymaz, diyebilirdim ki! Bir altı yıllık da hiç beceremediğim, esnaflık dönemim olmuştu emekliliğimde…
Ne diyordum, ben? Mekânıma gelen kırmızı şortlu gence, kaç yaşındaki bir çocuğa; ayakkabı almak istediğini sormuş. Kız mı? Erkek mi? diye de öğrenmeye çalışmıştım! Seçmesine yardımcı olabilmek için. Bu müşteri sanıp da dil döktüğüm genç, meğerse yıllar önce tanıdığım, güzel, yeşil gömlekli Yusuf’muş, tanıyamamıştım!
Durum anlaşılınca uzun uzun konuştuk, ben de onun yüreğinde iz bırakabilmiş olduğumu o gün, ondan öğrenmiştim. Duyunca hemen arayıp, bulmuş mekânımı:
- İyi ki o yıl bizim köye gelmişsiniz, öğretmenim! Biz sizi hiç unutamadık! Köyde kahvede arkadaşlarla birbirimize:
“Olmaz öyle oğlum! Yazın var mı yazın? Yazılı olacak, şikâyetin! Bu kadar basit!’’ deyip, sizin kulaklarınızı çok sık çınlatıyoruz, her zaman demişti, Yusuf! Yıllar sonra beni görmeye geldiğinde.
Babasıyla birlikte son altı aydır Lübnan’da, inşaatlarda çalışmışlar, “iyi kazandık öğretmenim” demişti! On gün sonra da İstanbul’a gideceğiz. Şu öğretmenlik çok güzel bir meslek! Bir daha bir meslek seçme durumum olsa, hiç düşünmeden öğretmen olmak için çok çalışırdım…
Sayın NESİN, bir mektup öykümü daha bitirdim. En kısa zamanda sıradaki ilginç konuları sizinle paylaşabilmek umuduyla…
Saygılarımla…

Hiç yorum yok: