1.01.2010

Aziz Nesin'e Mektuplar


25.02.2007
SAYIN AZİZ NESİN
Aynı tarihte el yazısıyla yazdığım üçüncü mektubumu, bilgisayarda yazmaya başladım. Hala hızlanamadım, ama en çok zaman ayırdığım ve en çok severek yaptığım uğraşım da şu günlerde mektuplarınız oluyor! Ne mutlu size ki sizi ölümsüzleştiren kitaplarınızla beslenen, Nesin Eğitim Vakfını bu toplumda en çok ihtiyacı olanları, eğitilmiş bireyler olarak, topluma kazandırmada süreklilik gösterebilen, bir kurum olarak bırakabildiniz!
Çevremde özellikle toplum tarafından dışlananlara yakınlık gösterip, istenmeden yardım edebilmeyi, onların dünyasında kalıcı ve olumlu değişime zemin hazırlayıp, başarıya doğru istekli ve kararlı olmaya yönlendirebilmeyi çok seviyor, bu gelişmelerden mutluluk kelimesinin anlamını daha iyi kavrayanlardan oluyorum! Geriye dönüp, somut örneklerimi anımsamak bile yüzüme tebessümleri kondurmaya yetiyor şimdi!
Bu yaklaşımımın sonucunda, ÖDTÜ’lü olma şansını yakalayan bir kızım! Sosyal Bilgiler Öğretmeni olacak, ikinci kızım! Ailesi değil, sülalesinde ilk okuyan kız çocuğu olmak için yola çıkan, kısa bir süre sonra, maddi yetersizlikler karşısında, bu çok anlamlı yolda, tükendiğine kendini inandırıp, kaçış yolları arayışı içindeyken benimle tanıştığında; hatasını anlayıp, yolundaki mayınların temizlenmesinde, birbirimize omuz vererek, yolun sonunda! O’nun da:
‘’Laborant oldum Hocam! Laborant!’’ diyerek sevincini benimle paylaşan, üçüncü bir kızım daha oldu… Kendisine uzatılan elin anlamını kavrayıp, başarıyı yakalayabilmek için azimle, çok çalışmayı amaç edinip, gereğini yapan çocuklar. Onları hala sözde değil, özde kızlarım olarak görüyorum. Birilerini topluma kazandırmada, katkı koyabilmenin heyecanını anlatmak zor! Bu duyguyu yaşamak lazım! İleride yazacağım mektuplarımda, bu anlamlı yolda eğitim alabilmenin adına, yaşam çizgimizin bir şekilde kesişmesi sonucu tanıştığım bu kızlarımla yaşadığımız zorluklarımızı da yazmak istiyorum size! Emekli öğretmen olarak, sıra dışı olarak gördüğüm anılarımı sizinle paylaşırken. Notlarıma bakınca sıranın, Umut’a geldiğini görüyorum. Umut’la yaşadıklarımızı da unutmak olası değil!
Ara sınıfları okuttuğum yıllarda, birinci sınıfa gelen Umut, keşke ailesi, kendisi ve toplum için umut vaat edebilseydi! Okulumuzun seksen öğrencisi Umut’a “deli deli, kulakları küpeli” şeklindeki alaycı bir yaklaşım içindeydi! Her birisi kendi eksiğini, Umut’un özürü üzerinden saklama yolunu seçmekte anlaşmışçasına, ortak karar almıştı sanki! Önce bunu önlemek için gerekli yaptırımlarda bulunduk. Umut bu durumu öylesine kanıksamış bir haldeydi ki bunu bir oyun kabul edip, onlara beklenen şekilde karşılık verip, oyunun bir parçası sanıyordu kendisini!
Böyle bir oyun olamazdı! Umut’un okul öncesi yılları, bu tür yanlış ilişkiler içinde geçtiğinden, yaşananlar, herkes tarafından olağan görülüyordu. Durumu değiştirmede çok zorlanacaktık. Deşiğim için ilk adımı çok gecikmeden atmalıydık.
Umut birinci sınıf öğrencisiydi. Ben o yıl ikinci ve üçüncü sınıfları aynı dershanenin içinde birleştirilmiş sınıf uygulamasıyla okutuyordum. Sınıf öğretmenine Umut’un ebeveynleriyle konuşmayı önerdim. Çağrımız üzerine ertesi gün, öğlen teneffüsünde annesi okula gelmişti. Doğumunda ve bebeklik döneminde geçirmiş olduğu önemli hastalıklarının olup olmadığını öğrenmeye çalışıyorduk. Doğum sonrası doktorların bir tavsiyesi olup, olmadığı meraklarımız arasındaydı. Ancak anne bizi anlayamamıştı. Oğlunun bu durumundan şikâyetçi olduğumuzu düşünmüşçesine, yanlış bir yaklaşım içinde olup:
- Deli kardeşim deli! Elimden bir şey gelmiyor! Dedi, üzüldük:
-Olur mu ablacığım? Umut deli değil! Bunu nasıl bu kadar rahat söyleyebiliyorsun? Deyince biz, O:
- Öyle! O sadece babasından korkuyor. Ben ne yapayım? dedi.
- Biz seni, Umut’u şikayet etmek için çağırmadık. O’na yardım etmeye çalışıyoruz, dedik. Sorularımıza devam ettik:
- Umut kaç aylık doğdu?
- Dokuz.
- Doğumu nerde yaptın?
- Devlet Hastanesinde.
- Doğum öncesi veya sonrası sana söylenen çok önemli öneriler oldu mu? Doktorunun bunu mutlaka yap, sonra kontrole gel, gibi şeyler…
- Hayır, normal doğumdu.
- Sen sabırla yaklaş, Onunla uzun uzun konuş. Kimsenin O’na deli demesine izin verme. Sen de deli demekten vazgeç! Çünkü Umut, gerçekten deli değil! dedik; bize:
- Cevap veremiyor ki! dedi.
Anneyle anlaşma zemini oluşturamayacağımızı gördük:
- Bir gün de babasını okula göndersen, iyi olur dedik, gönderdik. Bize:
- İyi gelsin, dedi! Zaten bir tek Ondan korkuyor, diye de ekledi. Ben neler çekiyom, siz bi bilseniz! Diye dert yanmaya devam etmişti…
İki gün sonra babası geldi. Babasının yaklaşımı daha olumluydu. Karşılıklı konuşmaya O da katıldı. Umut’un bebekliği hakkında uzun uzun konuşurken, babanın söylediklerinden küçük ama çok önemli bir ayrıntı karşısında, deyim yerindeyse, benim ”kanım dondu!“ sanki…
Babasının söylediğine göre, eve geldikten sonra Umut’un sarılığı gün geçtikçe artmış ama onlar ateşlenmesinden sonra doktora gitmişler. On dört gün sonra Umut’un kanı değişmiş. Bu son duyduğum karşısında, o kadar çok üzüldüm ki bu duygularımı babayla paylaşamadım. Bu gerçeği öğrenmek geçmişte Umut’un doğumunda sorumluluk alan tüm sağlık ekibine kin ve nefret duymasından başka bir işe yaramayacaktı…
Kendi çocuklarımın doğumunda yaşadığım, kan değişimi sürecini anımsadım. O günlerde öğrendiğim bilgi doğruysa: “Kan değişimi için doğumdan sonra geçen, ON DÖRT GÜN çok uzun ve çok geç kalınmış, bir süreçmiş“
İlk doğumumda, yanımda tecrübesinden yararlanabileceğim bir yakınımın olmaması bizi endişelendirdi! Biz o korkuyla ortada somut bir terslik yokken, ilçemizden, ilimizdeki Üniversite Hastanesine gittik. Normal doğum sonrası üçüncü gün taburcu edilmiştim.
İlk doğumum, yanımda refakatçim yok, doğum sonrası, hiçbir yakınımın yanında bulunmamışım, dolaylı da olsa bu konuda hiç olumlu veya olumsuz bir tecrübem olmayan bir konu benim için. Sağlıkçı değilim, henüz yirmi iki yaşındayım, büyük bir üniversitede doğum yapmışım, olası bir terslik korkusuyla ilçemden taksi tutarak ile gitmişim, üstelik yol parasının bir kısmını önümüzdeki aybaşında vermeyi teklif ederek, şoförden ricada bulunmuşum…
Ve doğum sonrası üçüncü günde taburcu edilmişim! Sadece sezgilerimin ve odadaki diğer yeni doğmuş çocuklarla, kendi kızımı karşılaştırarak, bana hiçbir terslik hakkında, hiçbir öneride bulunmamış olan doktorlarımla, korkularımı paylaştım ve taburcu olmadım. İyi iki de olmamışım!
YAŞAM BU KADAR UCUZ OLMAMALI!
Odamızda altı yeni doğum yapmış anne vardı. O gün hepsimiz taburcu edilmiştik. Ben, viziteye çıkmış doktorlara:
- Çocuğum hiç ağlamıyor, zor emiyor, burnunun üzerinde ve çenesinde sanki sararma var. Benim de ilk doğumum, bunların bir anlamı olup olmadığını da bilmiyorum. Bu durumda ilçeme dönmem, doğru mudur? Bilemiyorum dedim. Beni dinleyen doktor:
- Biraz sonra çocuk doktoru arkadaşım, ekibiyle odanıza gelecek. Ben anne olarak senin durumunda bir sorun olmadığı için taburcusun, dedim. Sen bu şikâyetlerini gelecek guruba anlat, dedi.
Eşim çıkış kâğıtlarımızı almış, gerekenleri yapıyordu o anda. Ben, ikinci gelen ekibe de aynı şeyleri anlattım. Uzun uzun, bebeğime bakan doktor:
- Hanım, bebeği hazırla, biraz sonra gelecek olan hemşireye teslim et, dedi.
Sevineyim mi? Üzüleyim mi? Bilemedim! Emzirip, bezini değiştirdim. Gelen Hemşire Hanıma teslim ettim. Odadaki diğer hastalar da taburcu olmuştu, odada yapayalnız kaldım. Taburcu işlemlerini tamamlayan eşim, elinde çıkış evraklarıyla çıkageldi. Gelişmeleri anlattım:
-Telaşlanma, ben gidip bir bakayım, dedi.
Sorarak ilgili bölümü bulduğunda, koridorda kendi adı anons ediliyormuş o anda, gidip kendini tanıtınca, bölümdekiler:
- Çok acele taze kan bulmanız gerekiyor, bebeğin hemen kanı değişecek, demişler!
Cumhuriyet Bayramı tatili yeni bitmişti, ertesi gün de Kurban Bayramı Arifesiydi! Birçok kişinin iki bayram tatilini birleştirip, izine gittiği günler…
Kan Bankasından alınacak bir kan türü değildi! Hastaneye getirilecek kişiden alınacak olan taze kan, bazı işlemlerden geçirildikten sonra, kızıma verilerek; kanı değiştirilmiş olacaktı! Hemen istense de, hemen ve kolaylıkla bulunamayan kan, kırk sekiz saat içinde kızıma verilebilmişti! Eşimin elindeki, taburcu işlemlerinin hazır olduğu günün, sonrasında!
Yirmi iki yaşındaki bir annenin, bebeğim ağlamıyor, sanki burnunun üstünde ve çenesinde sararma var gibi! Bunlar ne anlama geliyor ben bilmiyorum! Beni taburcu ediyorsunuz, ben ilçeme, gideyim mi? Demesinden sonra; yaşananları unutamıyorum! Bu süreçte bazı yeni bilgiler de edinmiş olmuştum.
Hastanede, birçok doktor ve diğer çalışanlar da doğal olarak bayram izni yapmıştı. Personel sayısında azalma olmuştu. Resmi tatile denk gelen bu süreçte, kanı değişen diğer çocukların anneleriyle hastanede ”küvez kapmaca” oynamak, zorunda kalmıştık hatta! Görevli hemşireler bize: “bebeğinizi şu zaman aralığında, şu kadar süre küveze koyacak; bebeğinizin de başında bekleyeceksiniz“ diyordu! Fakat her anne kendi bebeğine öncelik tanımakla kalmayıp, kendi çocuğunu kapmış olduğu küvezden çıkarmak istemeyince, ortalık karışıyordu. Bayram izini dolayısıyla da düzeni sağlayacak, yeterli görevli bulunamayınca…
Hasta sayısını çıkarıp, var olan küvez sayısına bölerek, her çocuk için küvezde kalma saatini hesaplayıp, liste yapmak da bana düşmüştü! Listeleri kapıya astım, herkes payına düşen saate uydu, sorunu hastalar, kendi aramızda çözmüştük!
On beş gün daha hastanede kalıp, sonra taburcu olmuştuk! Bu sırada öğrenmiştim ki! Kan uyuşmazlığından kaynaklanan, sarılıklarda:
“Eğer bebeğin ilk altı gün içinde, kanı değiştirilmezse, bebek zehirlenerek ölür! Aksi halde, göz, kulak ve beyinde kalıcı hasarlar bırakır!”
Şeklinde bir bilgiydi bu!
Geriye dönüşü olmayan bir durumdu, bu bilgiyi Umut’un babasıyla, paylaşamadım! Umut’a dört elle sarıldım!
Kan değişimi konusunda ben gerçekten çok şansız biriydim. İkinci doğumumda da aynı endişe ve korkularımla, bu kez ilimizdeki çok ünlü olan “Çocuk Hastanemize“ gittik ki! Olası bir aksilikte, bebeğe müdahale daha hızlı olur düşüncesiyle! Doğum öncesi doktorlarla ilk doğumda yaşananlar konuşuldu. İkinci bebekte yapılması gerekenler hakkında, önceden önlem almış sayıyordum, kendimi! Dinlediler, korkulacak bir durumun olmadığı söylendi. Milyonda bir görülen, alt guruplardaki uyuşmazlıktan dolayı, yaşanan bir durummuş, bu! İkinci bebekte görülme ihtimali bile olmaz, içiniz rahat olsun denildi. Ama ben doğum sonrası da gördüğüm her doktora anlattım bu durumu, kimse bir şey önermedi, bana korkulacak bir durum, yok denildi. İkinci bebeğimin de burun ve çenesinde sararmalar olmaya başladı. İlk doğumda öğrendiklerim korkunçtu! İstiyorum ki bir kan alınsın, gerekli testler yapılsın! Anlamsız ısrarım karşısında doktorum:
- Sen zaten önlemini almışsın. Çakır kıza “sarı yazma“ bağlıyorsun, korkma, bir şey olmaz artık! diyordu…
“Yeni doğan bebeğe sarı yazma bağlanması, sarılığına iyi gelir,” diye bir inanç, anlayış, söylenti vardır ya…
Doğruluğuna mantık açısından yaklaşıldığında, inandırıcı bulmak, olası değil! Ama sırf bu duyumumdan dolayı hastaneye, bebek için yazma götürülecekse, yaşanmış korkularımın etkisinde kalarak, özellikle “sarı renkli yazma” tercih etmiştim! Batıl inanç olduğunu bile bile…
Doktorlara söylemem beklentim doğrultusunda sonuç vermeyince, Hemşire Hanımla konuştum. Sen şu anda kadın doğum bölümünde yatan bir hastasın. Elinde çıkış kâğıdın olmadan, şu kapıdan dışarıya adım bile atamazsın. Nasıl karşı binaya gidip, elinde tahlil isteği kâğıdın olmadan, kendi kafana göre kan tahlili yaptıracaksın ki? Sizler, hastaların içinde en zor olanlarısınız! Yarım yamalak bilgilerinizle başımıza uzman kesiliyorsunuz! Sen onu aklından sil, unut! Öğretmensin, bir velinin senin işine karışmasını doğru bulur musun? dedi.
İyi ki sayılan bunca olumsuzluğa rağmen, ben onu, aklımdan silmemişim! Kapıdaki görevli ile sorun yaşamamak için üzerimdeki uzun pazen kumaştan, doğumda kullanmak amacıyla kendim dikmiş olduğum geceliğimle bu binadan çıkmayı denemeliyim, diye düşündüm. Söylediklerim O’na da mantıklı geldi. Üzerinde geceliği var, bunun kaçma gibi bir niyeti olamaz diye düşünen kapıcıyla, hiçbir sorun yaşamamıştım. Bir ara henüz koridordaydım ki aynı hemşire beni gördü, tekrar geri dönmem için uyarmıştı, dinlemeyip, yoluma devam etmiştim…
Koca hastane sora sora ilgili bölümü bulduğumda, uzun bir kuyruk vardı. Sıraya girdim, kâğıtsız bu tahlili nasıl yaptıracağımı düşünürken, bildiğim bütün dualarımın en az beşinci tekrarlarını yapıyordum ki sıramız geldi. O an kalbim duracak sandım! Hemşire Hanım, bebeğimden aldığı kanla elindeki tüpü doldurdu, bana da:
- Çocuğun adı ne? dedi!
Doğum sonrası bazı belgeleri doldururken eşime, bebeğin adı sorulunca, kendi annesinin adını yazdırmıştı. Sonra da bana:
- Formalite icabı bir isim söylemek, zorundaydım! Sonra konuşur karar veririz, demişti. Aklınca formalite dediği, isim kendi annesinin, ismiydi.
Benim aklım doğum öncesinden başlayarak, kan olayına takıldığından:
- Endişelerimi sıfırlayacaksa, çocuğumuzun adı, annenin adı değil! Annenin adının, karekökünün alınmış hali, olsun! Bunları, konuşmanın sırası mı? demiştim. Formalite isminden dolayı kızım hala bana sitem eder; ve hala bana:
- Bu isme karar vermeden önce çok mu düşündün? Kimsede olmayan bu isimle beni farklı kılmaya mı çalıştınız? Bazı haklar ebeveynlere verilmemeli! Diyerek, isminden dolayı hoşnutsuzluğunu dile getirir.
İkinci bir hemşire söylediğim ismi yazıp, tüpün üzerine yapıştırırken,
Saat on üçten sonra, sonuçları alabileceğimizi söyledi. Ben korktuğum başıma gelmedi diye, “Çok Şükür Yarrabim! Çok Şükür Yarrabim!” diye mırıldanarak hastaneden çıkıp, yattığım bölüme giderken.
Keşke endişelerim anlamsız, yersiz olsa da! Aynı sıkıntıları bir daha yaşamasak! Ben değil de benimle, “Sen çakır kıza, sarı yazmayı bağlamış, önlemini almışsın, zaten! Neden korkuyorsun ki?” diyen doktorum, haklı çıksa! Diyerek kucağımda bebeğim, üzerimde bazen geceliğimle, hastane bahçesinde kendi kendime konuşup, kadın bölümündeki odama doğru ilerlerken; hastanenin bahçesinde eşimle karşılaştım. Eli kolu doluydu. İlçeden o gün hazırlıklı gelmiş. Belki taburcu oluruz diye, bana evdeki kabanımı da getirmiş. O günün gecesi, o kabanı geri götürmek, zorunda kalmıştı ama bizi gördüğünde ben, gerçekten çok üşüyordum. Soğuk bir Kasım ayının son günleriydi! Her hasta odasındaki dolabına sınırlı sayıda eşya bırakabiliyordu. Hastane içinde bu türden kalın giysiye ihtiyaç duyulmadığından, doğum sonrasında yakınlarınız eve götürsün, denilmişti! Eşim bebeğimi kucağımdan alıp, kabanımı bana verdi. Henüz elli metre gitmeden ben O’nu durdurup
- Üşüdü mü ki deyip? Battaniyesinde sarılı olan bebeğimin, yüzüne dokunmak istemiştim. Gördüklerim karşısında kendimi tutamayıp, eşime:
- Yaaa… Sen ne yapıyorsun? Allahaşkına! Diye, bağırırken ben… Bahçedeki herkes bize bakmaya başlamıştı!
Eşimin de yaptığında, kendisini haklı bulacak yanı yoktu. O anda, üşüyor olabilir mi? Acaba deyip, bebeğimin yüzüne bakmasaydım! Odamıza geldiğimizde, bebeğimi yatağına yatırırken, eşimin özrü kabahatinden büyük olurdu! Hiçbir anlam taşımazdı! İyi ki bakmışım…
Çünkü eşim, bebeğimizin yüzünü, kolunun üstüne gelecek şekilde kucağına almış! O durumda, sarılıp, sarmalanmış, henüz üç günlük olan bebeğimizin, babasının ifadesine göre, formaliteden olan adını, uzun yıllar, taşımasına imkân kalmayacakmış zaten! Sinirli halimin devam etmesi için ortam uygundu!
Hemen sakinleşemedim… Eşim hatasını kabul edip, haklısın! diyordu…
Bebeğimi kontrol ederek de olsa, babasına vermedim!
Odaya geldiğimizde başka şeyler konuşamadık!
Ben hep, biraz sonra alacağımız kan testinin sonucunu merak ediyordum! Doktorumuzun bana söyledikleri karşısında haksız çıkıp, pimpirikli bir kadın konumuna düşmüş biri olmak istiyordum!
Saat yaklaştı, eşim tarif ettiğim bölüme sonuç almaya gitti!
Bulunduğum koskocaman bina, bana dar geldi!
Odada gezindim, durdum, olmadı!
Bildiğim duaları tekrar ardı ardına mırıldanırken, dayanamadım! Oda arkadaşıma:
- Eşimin gelip, gelmediğine bakmak istiyorum! Çocuk ağlarsa ilgilenir misin? dedim.
Koridorun camından dışarıya bakıp, belki eşimi bahçede görebilirim diye düşünerek… Eşim kapıya geldiğinde:
- Anlayamadım gitti ya! Bu ne şansızlık böyle, diyordu!
Tahlil sonucunda:
” BEBEĞİN KANI HEMEN DEĞİŞMELİ !” yazıyordu!
Doktoru bulmak gerekiyordu!
Yemek saati, yemekhanede olabilir dedim…
Gittik!
Oradaydı!
Anlattım, dinledi:
- Odada buluşalım, dedi koşturdu!
Biz de bildiğimiz tek yolu takip ederek, odamıza gelebilmiştik.
Doktorumuz hangi yolu kullandı, bilemem!
Odaya geldiğimizde, bebeğimin başındaydı, bana:
- Korkma! Zamanımız var, dediğinde…
Önlem olsun diye getirdiğim:
“ SARI YAZMASINI DA BAŞINA BAĞLIYAYIM MI ?”
demek, geldi içimden ama hiç bir şey diyemedim!
Sarıp, sarmaladım!
Gelen, Hemşire Hanıma verdim, bebeğimi!
Eşim de onların arkasından çıktı!
Oda arkadaşım, söyledikleriyle beni avutamadı!
Ağladım…
Ağladım…
Ağladım…
Dolabımı açıp, mendil ararken…
Ben kan tahlili için odamdan ayrıldığım sırada olsa gerek! Cüzdanımı açık ve boş gördüm!
Hiç dikkate alasım, gelmedi!
Doğum için gelmiş bir öğretmenin, yanına alabileceği paranın miktarı, ne olabilirdi ki! Diyelim ki her ihtimale karşın diyerek, çoktu. Yanına aldığı meblağ! Yatağından alınıp, götürülen bebeği için ağlarken bir anne! O’nun sağlığından başka, neyi düşünür, neyi önemseyebilir ki o anda? Ben de mendilimi aldım, kullandım!
Ben, benden istenmeyen, kan tahlilini yaptırırken, olsa gerek!
İçi boşaltılan cüzdanıma hiç aldıramadım… Ağladım…
Ağladım…
Ağladım…
Eşim odaya geri döndü:
- Burada, kan verecek insan bulmak zor oluyor! Kimseyi tanımıyoruz! İlçeye gidip, yarın sabah kan verebilecek, birkaç kişiyle geleceğim! Doktora da söyledim! “Olur, ama geç kalma“ dedi! Ben şimdi gideyim, gece birilerini bulup, yarın sabah ilk otobüsle, geliriz, dedi…
O aşamadan sonra başka terslik yaşanmadı! Şimdi benim üniversitedeki eğitimlerini bitirip, çalışan iki kızım var! İkisi de sağlıklı! Her zaman “her şeyin başı, sağlık deriz de” ne anlamsız, incir çekirdeğini doldurmayacak, boş şeyler için üzeriz kendimizi! Bazen üzmekle de kalmaz bir de haklılığımızı kanıtlamaya çalışır, yorarız, çevremizdekileri bile! Sağlığımızın kıymetini bilerek, sevdiklerimizle uyum ve mutluluk içinde uzun ve güzel yaşayalım! Kendi kızlarımın doğumunda yaşadığım, kan değişimi konusu beni o günlerde çok üzmüş, yormuş ve korkutmuştu! Keşke UMUT da benim kızlarım gibi atlatabilseydi bu talihsiz hastalık sürecini... Ama keşkeler her zaman, hiçbir işe yaramıyor! Babasının on dört gün sonra kanı değişti, işte! Demesinden sonra biz, Umut’la çok uzun ince bir yola çıktık! Bu süreçte yaşananları sizinle paylaşmak istiyorum; Sayın NESİN!
Umut konuşamıyordu. Bazı sesler çıkarıyordu ama kesinlikle, konuşma sayılamazdı. O’na karşı yanlış yaklaşımları yasaklamış, okul dışında da kesinlikle bizim söylediğimiz gibi olacağını, anlatmıştık. Sınıf öğretmeni değildim, hepimiz bu konuyla ilgili ve sorumlu, saydık kendimizi. Annesine bol bol konuş, demiştik ya! Biz okulda denemeye başladık. Yaşadıklarımdan mıdır bilemem? Teneffüslerde Umut benim tek odak noktam, olmuştu! Acımak, korumak yetmiyordu! Tam sonucu tahmin edemesek de mutlaka iyi olması dileğiyle, boş durmayıp, çalışmalıydık! Umut’la yakın çevresinde görebildiği, dokunabildiği somut nesnelerin, kısa heceleri olanlardan başlamıştık işe. Doğru söyleyince sevip, okşadık, öptük…
- Umut, beni dinle, sen de tekrar edeceksin. El, el, hadi, el de.
Saç, baş, kıl, masa, burun, kaş, göz…
Aklımıza gelen en kısa nesnelerden daha zor söylenenlere doğru yol alarak, bıkmadan usanmadan her teneffüs tekrar yaptık.
Diğer iki bayan öğretmen arkadaşım da bu çalışmanın içinde buluvermişti kendini. Umut, hemen hemen her teneffüs bizim yanımızdaydı. Bıkmadı, usanmadı, oynamadı, yorulmadı! Bazen gidip oynamasını söylüyorduk, anlıyordu, yüzünü buruşturup, istemediğini ifade ediyordu! O bizim uğurcağımız olmuştu. Çok yanlıştı ama bu duruma başka öğrencilerimiz özenmeye başlamıştı. Umut’u alay edilecek bir varlık olarak görmenin ötesinde, Onu şanslı sayanların sayısı gün geçtikçe artıyordu. Onlarla da konuşup; bize ve Umut’a yardım edebileceklerini anlatmıştık.
Umut söylenenleri anlıyor gün geçtikçe anlaşılır şekilde ifade becerisi kazanıyordu. Ondaki bu gelişmeye biz sevindikçe, O daha çok gayret gösteriyordu. Bizim dışımızda okuldaki öğrenciler de Umut’a aynı şekilde davranmaya başlamıştı; teneffüslerde, okul çıkışı sokakta, evde:
- Umut, bak top, duvar, taş, Ayşe, anne, abla, baba gibi…
Aklınıza gelebilecek yüzlerce, binlerce kelime; okul binamızın içinde, bahçesinde uçuşur olmuştu.
Çok düzgün, çok net, konuşuyordu desem, kendimi kandırmış olurum. Önce tek heceli kelimeleri daha net, daha sonra cümle halinde, anlaşılır biçimde ifade becerisi kazanmanın ötesinde; Umut okuma, yazmayı da öğrenmişti.
* Gerekli testler mi zamanında yapılmalıydı?
* Doktorlar mı daha dikkatli olmalıydı?
* Anne mi olaylara daha sorgulayıcı yaklaşmalıydı?
* Böyle mi olması gerekiyordu?
Bilemiyorum ama yaşadıklarımız aynen böyleydi…
Kulağı tırmalayan bir ifade biçimi de olsa; Umut her şeyi anlatabiliyor, anlayabiliyordu!
O’nun deli olmadığını, herkese kabul ettirmiştik.
O günden sonra annesini gördüğümü anımsayamıyorum.
O, acaba daha ne kadar süre:
- Deli kardeşim deli, napayım? Dedi, onu da bilemiyorum…
Babası yaptıklarımızın farkındaydı. Nerede görse saygıda kusur etmekten her zaman kaçınmakla yetinmeyip, okul ile ilgili yapılması gereken işlerde hiç teklifsiz hemen yanı başımızda oluveriyordu. Umut’u kendi çocuğum kadar sever korurdum. İlerleyen yıllarda da bu değişmemişti.
Öğrencilerin okula terlikle gelmelerini yasaklayan okul müdürümüz, üst üste uyarılarını yaptıktan sonraki günde andımızı okutmak için bahçede çocuklar sıra olmuştu ki Müdür Bey Umut’u yanına çağırıp, yanağına yapıştırdığı tokadın ardından:
- Hadi eve git! Ayakkabını giy de gel! demişti.
Umut dördüncü sınıf öğrencisiydi o tokadı yediğinde. O tokadı anımsadığımda hep bana atılmış bir tokat gibi üzülürüm…
Suçu: Okula terlikle gelmek!
Cezası: Okkalı bir tokat!
Ortam: İlkokul!
Döven: Okul müdürü! ( EĞİTİMCİ )
Gerekçe: Havalar ısınınca lastik ayakkabılar fena yakıyor!
Naaaapsın Umut...

Şimdi bile çok net anımsıyorum. Bir gün öncesi okul müdürümüz yarın terlikle geleni dövüp, eve geri göndereceğim demişti.
Ama o gün Umut okula gelmemişti…
Bu uyarıyı da duymamıştı…
Önce tokat, sonra açıklama!
Umut’ta ve bende şok etkisi yapmıştı…
Ben ne yaptım?
Sustum!
Neden?
Tartışmanın sonuç vermeyeceğine inandığım her olayda, susmayı tercih etmişimdir. Şimdi unutamadığım anılarımı mektuplarımda da olsa sizinle paylaşmak istiyorum.
Toplum olarak bu dayakla bizim çok büyük bir sorunumuz var hala! Biz bunu daha çözemedik. Biraz önce bahsettiğim dayak örneği yirmi yıl öncesine dayanıyor. Mektubuma ara verip yatmıştım ki aklıma gelen ilginç bir olayı daha eklemeyi kaçınılmaz bulup, yatağımdan fırladım.
Notlarımın gidişatından belli ki o yıl ben okulumu bitireceğim ve iki ay sonra öğretmenlik diplomamı alacağım. Ancak çalınan zile rağmen ben ve birkaç arkadaş o gün sabah etüdüne katılmaktansa yatıp uyumayı, etüt sonrası verilen kahvaltıya giderek; oradan da derslere gitmeyi planlamıştık. Fakat öyle olmadı. Yatakhane basıldı, bizim numaralarımız tespit edildi. Derse girmeden önce meydanda yedi yüze yakın öğrenci ve kalabalık öğretmen kadrosu toplandık. Müdür Beyimiz konuşmasını yaptı, nöbetçi öğretmenin kendisine verdiği, uykucuların listesini sallayarak bizi tehdit etti. Hakkımızda yapılacak cezai işlemleri anlata anlata bitiremedi. Öyle bir rüzgâr vardı ki sanki kumlar gözümüzü hedef alıyordu, bize göz açtırmıyordu!
O an ben boş bulunup, duruma isyanımı belirten bir cümle edivermiştim. Kalleş R
rüzgâr ters yönden esti de benim sesimi alarak; Müdürümüzün kulağına mı? Yönlendirdi ne anlayamadım! Okul müdürümüz doksan derecelik bir dönüş yapıp adeta bizden özür dilercesine konuşmaya başlayıp, bu havada bu konuşmanın çok uzun olduğunu, bir grup sorumsuz öğrenci yüzünden hepimizi cezalandırdığını kabullenip! “Kimdi O, kimdi O?“ demeye, başladı. O kadar çok ısrar etti ki!
Kim olduğunu öğrense; o rüzgârın kulağına taşıdığı cümleyi edeni! Alnından öpecekti sanki! Müdür Bey’i samimi bulup ben; çok iyi bir şey yapmışım gibi dayanamadım:
- Bendim! dedim…
Okul Müdürümüz, beni yanına çağırıp yer misin? Yemez misin? Hesabından…
Öyle bir dövdü!
Öyyyyle bir dövdü ki!
O günün bütün hıncını, sinirini benden çıkarmıştı! Ve sonrasında:
- Defol! Diyerek beni arkadaşlarımın yanına iteklediğinde, sersemleyip en az iki üç metrelik yükseklikten, bir de düşecektim beton zemine. Zor toparladım kendimi, sıramdaki yerime geçtim. İki ay sonra mezun olunca; öğretmen olarak atanacaklardan biriydim, o anda! Unutulması olası olmayan şekilde, okul müdürü tarafından, dövüldüğümde…
Çevremdekilerin bana acıdığı için öyle garip garip baktıklarını sanıyordum. Sınıfa gidince anladım ki öyle değilmiş!
Yüzümün yarısı morarmaya başlamıştı bile! Arkadaşlar, irice bir elin yüzümde bıraktığı izlerine bakıyormuş meğerse…
Yer: Yatılı Mardin Kız İlk Öğretmen Okulu!
Suçu: Haksızlığı eleştirmek!
Cezası: Dayak!
Döven: Okul Müdürü! ( EĞİTİMCİ )
Dolaylı Suç: Etüde gitmemek!
Beni yatağımdan kaldırıp, geç saatte de olsa sizinle paylaşmaya zorlayan anım da buydu işte! Sayın Nesin…
Benim öğrenciliğimde dayak!
Benim öğrencilerime dayak!
Şimdi emekliyim hala evde, okulda, sokakta dayak olaylarını görüyor, izliyoruz…
* Dayak mı şart?
* Eğitim mi?
* Dayak gerçekten cennetten mi çıkmış?
* Dayakla bugüne kadar kim kimi yola getirip eğitebilmiş?
* Dayakla kim nelere çözüm bulabilmiş?
* Dayaksız bir toplum hepimizin beklentisi!
* Belirli gün ve kutlamalarda, slogan oluştursak da, hepimiz onları mı kullansak? Ne yapsak?
MESELA… Kurban Bayramınızı kutlar;
Dayaksız günler geçirmenizi dileriz…
VEYA…
Yeni yılınızı kutlar;
Nice dayaksız yıllar yaşaman dileğimle…
Şeklinde yeni kutlama mesajları kullanmanın bir yararı olur mu acaba?
Sayın NESİN yazdığım anılar pek kasvetli! Keşke bunca yıl sonra birçok şey değişseydi de anılarımızdan çok farklı gelişen olaylarla, dolu dolu yaşadığım bir de emeklilik sürecim var ama benim; diyebilseydim!
Hadi bundan da vazgeçtim…
Keşke geçmişe öykünerek yaşamasak…
Bir arpa boyu yol alamamanın ötesinde, var olan değerlerimizi yitirerek yola devam etmemizi de açıklayacak cümleler bulabileceğimi sanmıyorum!
Saygılarımla…

Hiç yorum yok: