10.02.2010

Canım Sağ Olsun!


Biraz önce gazetedeyken siteme bir yazı ekleme fırsatı buldum. İşim bitmek üzereydi ki!
Habere çıkan arkadaş döndü. Ben de eve geldim ve PC imi açma çabalarımla baş başa kaldım ve bir ara nasıl olduysa açıldı. Aceleyle yazılan paylaşımımda bir iki harf hatası olmuş. Ben şimdi açılan bilgisayarımda onları düzeltmekle değil de bunu fırsat bilip, maillerime baktıktan sonra, mektuplarımı da siteye yerleştirmeye çalışayım. Dünden beri hemen açılmıyor da henüz işim bitmeden kendini kapatırsa bu PC kendisini; canım sağ olsun demekten başka,elimden ne gelir ki?
Şunun ayırtına varıp, önemine bir kez daha değinmek isterim ki! Şu canım sağ olsun! Sözü sıradan bir laf değil arkadaşlar! Sağlıklı uzun yıllarımız olsun…
09.02.2010
Çünkü bu bekleme sürecinde Nurbeyan! Ellerimi, ellerinin arasına almış. Okşuyor, okşuyor, okşuyordu…
Okşamakla kalmıyor, yanağına, yüzüne, dudaklarına götürüp; öpüyor, öpüyor, öpüyordu…
Başını omzuma koyup, saçlarımı da öpüyor, boynumu da öpüyordu!
Önce, ben de yadırgayıp:
- Tamam, tamam kızım! Deyip, ellerimi çekip, oturuşuma da çeki düzen verir gibi de yaptım…
Bir işe yaramadı. Küçük bir ilçe az çok tanınmış bir simayım! Çevredekilerin gözlerini kısarak, bakışlarını üzerimizde yoğunlaştırması karşısında tedirgin oldum! Uyardım, bir işe yaramayınca, çaktırmadan oturuş şeklimi değiştirip, ellerimin üzerine oturur bir pozisyon aldım. O da işe yaramadı. Bu kez de saç ve boynum, Nurbeyan’ın ellerine hedef olunca!
Aman, kim ne düşünürse düşünsün! Nurbeyan nasıl istiyorsa, öyle olsun! Diyerek, vücudumu ona teslim ettim! Ortada yanlış anlaşılacak bir durum yoktu aslında. Ama biz, dokunma özürlü bir toplum olduğumuzdan; dikkat çekiyor, yanlış algılanıyorduk!
Sıra bize geldi içeriye alındık. Nurbeyan, çok hızlı konuştuğu için heyecanlandığında da konuşması pek kolay anlaşılamadığını bildiğimden, fazla zamanlarını da almayalım, diye düşünerek ben olayı çok kısa, anlaşılır bir şekilde hemencecik özetledim.
Öncesinden de ilçemize, yeni gelen Kaymakam Bey’e:
- İlçemize hoş gediniz. Umarım, ilçemizden memnun kalırsınız, demiştim. Kısa özetimizi dinleyen, Kaymakam Bey:
- Olmaz öyle şey! Dedi
- Aynen anlattığımız gibi oldu efendim! Belki sizin bilginiz dışında olan bir gerekçeyle kesilmiştir, kızımızın bursu. Onu bilemem ama. Geriye kalan birkaç ayı yardımsız tamamlaması mümkün değil! Bu kısacık sürede, bu bahsettiğimiz bursun verilmesi konusunda yardımcı olmanızı rica edecektik, dedim.
- Sen kendini tanıtırken, emekli öğretmenim dedin, değil mi?
- Evet efendim!
- Olmaz öyle şey, olamaz dedikten sonra ben! Daha neyin ricasını yapıyorsun ki?
Bu fondan her ay, aynı kişiye yardım yapılmaz, Hocam! Bu fondan kişinin başvurusu değerlendirmeye alınır. Kabul görürse bir defaya mahsus, yardım yapılır! Siz de bunu bilmezseniz, işimizin zorluğu, malum! Dedi…
- Onu bilemem! Belki de giden meslektaşınız, ödemeyi cebinden yapıp, fondan sana burs bağlandı, demiştir. Kızımız bir yılı aşkın bir süredir, bahsettiğim parayı har ay gelip, buradan aldı. Yalnız şu anki durumu yardımı kaçınılmaz kılıyor! Sizin yapabileceğiniz bir durum olabilir mi? Dedim…
- Adını, soyadını, telefonunu, bırakın sekretere. Ne zaman olur bilemem. Zengin bir çiftçi gelir. Yardım yapmak isteyen bir iş adamı. Bir şey olur mutlaka!
O zaman da ben, kızımıza telefon ettiririm. Gereken yapılır dedi...
Saygılarımla, hoşça kalın! www.kadriyecosar.blogspot.com


10.02.2010
Bu durumda, adı geçen çözüm önerilerinden, umudu kesmek gerekiyordu. Bize hemen, acilen işleme konulacak, somut öneri ve çözümler gerekiyordu çünkü!
Dışarıya çıktığımda beynimde fırtınalar esiyordu! Ne yapmalı?
Ne yapmalı?
Ne yapmalı?
Deyip duruyordum, kendi kendime…
Açılışa gitmek için çıktığımda, ortamın çok kalabalık olacağından, yanıma çanta almamıştım. O an üzerimde hiç para da yoktu. Gel şurada oturup, bir çay içelim de diyemiyordum. Sigarasızlık da başıma vurmuştu. Kendimi hiç iyi hissetmiyordum! Kararsız bir şekilde merdivenlerden inerken, o anda vermem gereken, en doğru yanıtı bulmaya çalışıyordum.
Geriye kalan süre üç- dört aya yakın bir zamandı. Olmadı kendi evimde barındırırdım. Arayamadım gerekçesiyle, aç kalmasına rağmen, bana gelemediğine göre, bu ne kadar doğru olurdu ki! Sıkılır mıydı? Bir süre sonra ben, bu kararı yanlış bulabilir miydim? Bir genç kızı, yardım etme amacıyla da olsa birlikte yaşamak için evime almam, ne kadar doğru bir yaklaşımdır! O an doğru olanı bulmakta zorlanıyordum. Binadan çıkınca aklıma gelen fikir, bana çok mantıklı geldi.
Lisede idareci olarak çalışan eşimin okulunda, yetmiş tane öğretmen çalışıyordu. Gidip kendileriyle paylaşsak bu durumu ve her ay, her öğretmenden, sadece “iki milyon“ yardımda bulunmalarını rica etsek… Dört ayda yapacakları yardım miktarı: 2004 yılının alım gücünü düşündüğümüzde kişi başına, iki milyon ( 2 YTL)! Kabul görür bir değer olarak düşünmüştüm! Her ay, toplam 140 milyon! (140 YTL) edecekti ki bu da! Nurbeyan için, geriye kalan sürede, daha rahat bir ortamda, düzenli ve çok çalışarak mezun olmak, anlamına da gelecekti! Böylece, sülalesinde ilkokuldan sonra, birçok zorluğu aşarak da olsa ilk okuyan kız olma mücadelesinin, başarıyla tamamlanmasında, anlamlı bir son destek olacaktı!
Koşarcasına liseye gidip, eşimle paylaştım. Kendisi o anda müzik öğretmeni Ahmet Beyle, önümüzdeki günlerde yapılacak bir program hakkında konuşuyorlardı. Ahmet Beyle, gördüğümde selamlaşmadan öteye varmayan bir tanışıklığımız vardı. Aynı gün içinde aynı şeylerin, o anda dördüncü kez, kısa özetini geçiyordum! Çok umutlu bir şekilde, aklıma gelen öneriyi de söyledim, dinlediler, ama eşim:
- Biz başka çözümler bulmaya çalışalım. Miktarın küçük olması önemli değil, böyle bir teklifte bulunamam! Bundan sonra getirilecek önerileri tahmin edemem, o yüzden doğru bulmuyorum!
Dediğinde Rahmetli İsmet İnönü’yü anımsadım ama kimseyle paylaşmadım. Böyle paylaşımlar için her şeyden önce düzgün bir morale sahip olman gerekir ki bende o anda moral, sıfır ötesinde eksilerdeydi…
İnönü gittiği yerlerde devlet adamı sıfatıyla yaptığı konuşmalarının sonunda bir gün kendisine, meraklarını gidermek isteyen halk tarafından, içlerindeki bir temsilci tarafından seslenilmiş:
- Paşam söylediklerinize katılıyoruz da; hep dikkatimizi çekip kendi aramızda konuşuruz. Bu kez senin yüzüne söyleyip, meraklarımızı gidermek istedik, demişler.
- Buyurun, nedir merak ettiğiniz konu?
Deyince paşa, şöyle bir soruyla karşılaşmış:
- Dikkatimizi çekti paşam, konuşmalarınızda hiç Allah adını kullanmıyorsunuz! Siz Allah’ın adını ağzına almaz mısınız? Deyince vatandaş, paşa:
- Neden almayayım? Bu çok anlamsız bir merak bence, çünkü ben burada devlet adamı sıfatımla karşınıza geliyorum. Laik bir ülkeyiz; din ve devlet işlerini karıştırmamak gerekir! Buna çok dikkat etmemin asıl sebebi ise; benden sonrakilerin, bunu nereye kadar götüreceğini kestiremediğimdendir! Benim anlatacaklarım bu kadardı; başka sorusu olan var mı? Demiş ve yeni soru gelmeyince de:
- Hadi Allahaısmarladık o zaman arkadaşlar; hoşça kalın!
Deyip aracına doğru arkadaşlarıyla yola koyulurken de:
- Gördüğünüz gibi bizim aramızda bir sorun yok! İbadet iki kişi arasında olan ve olması gereken bir durumdur. Öküz altında buzağı aramaktan, vazgeçin! Bu size yarar sağlamaz, demiş ya gülerek…
Aynı gün içinde, Belediye Başkan Adayı, Eşi ve Kaymakamdan sonra, Eşimden de beklediğim yaklaşımı görememiştim. Akşam olmak üzereydi, güzel demlenmiş bir iki çaylarını içtikten ve de bana çok mantıklı gelen önerime olmaz! Yanıtını da aldıktan sonra evin yolunu tutmak görünmüştü, bize! Yanıma çantamı almamış olmamdan dolayı mecburen önce bizim eve gidip, kısa vadede anlık ihtiyaçlar için ben gerekeni yapmalıydım.
Devamı yarın, saygılarımla, hoşça kalın! www.kadriyecosar.blogspot.com

11.02.2010
O gün ben, yanlış bir önyargımı da öğrenmiştim. Siyasi yıldızımın barışmadığı insanlarla, herhangi bir konuda bir paylaşımım olamaz. Sırf bu nedenle bile olsa, ortak bir paslaşma, paylaşma, dayanışmanın olamayacağına kendimi inandırmış biriydim. O gün eve gitmek için kalktığımızda. Ahmet Beyin jesti bu konuda bana, yıllardır çok yanlış bir yaklaşım içinde olduğumu göstermişti!
- Hoşça kalın! Size iyi çalışmalar. Derken ben, odanın kapısından çıkıyorduk ki. Kendisi bizimle birlikte kapıya kadar gelip, kızımız koridora çıktıktan, sonra:
- Hocam! Ben çok duygulandım! Ne diyeceğimi de bilemedim! Lütfen, şunu kabul edin, diyerek.
Özenle bize çaktırmadan, cüzdanından çıkarıp, avucunun içine koyduğu parayı, cebime bıraktı. Kızımızın hiç ayırtına bile varamadığı bir yaklaşımla! (yirmi milyondu, 20 YTL cebime bırakılan para)
Ben de en içten bir şekilde:
- Kısa bir süreliğine ve kalabalık bir ortam diye düşünerek, evden çantamı almadan çıkmıştım. Şu anda bu paraya çok ihtiyaç duyuyordum, eve giderek çözüm getirecektim. Sağ olun! Bu jestinizi Nurbeyan’la paylaşarak hemen kendisine vereceğim, Hocam! Dedim…
Henüz koridordayken:
- Sakın ola ki umutsuzluğa kapılma! Bak, bunu Ahmet Bey sana iletmem için verdi. Gün doğmadan neler doğacak, göreceksin! Birkaç gün içinde neler olacak, neler dedim…
- Gene cep krediye başlamak zorunda kaldın abla! İnan çok üzülüyorum. Gün boyu hiç olumlu bir gelişme olmayınca, ayrılmadan, kendin veriyorsun gene dedi!
- Yoookk! Gerçekten Ahmet Bey verdi. Baksana benim yanımda çantam yok ki dedim.
- Ceplerin var yaa! Dedi…
- Var da bugün onlar da bomboş, tamtakırdı maalesef deyip.
Evin yolunu tuttuk. Yarın derslerden sonra görüşmek için anlaşarak, ayrıldık. Çok uzun, yorucu ve zor bir gündü!
Ertesi gün henüz somut çözümlerimiz yoktu. Ama olabilecekler hakkında umut verdim konuşarak. Gene market, fırın ve mandıraya gittik beraber, Nurbeyan:
- Abla evde tüp yok. Alma desem de bir işe yaramayacağını bildiğimden söylüyorum. Alınanların pişirilmeden bozulmasını istemiyorum. Şimdilik pişirilmesi gerekmeyen şeyler alalım, yeter dedi.
Aynen öyle yaptık. O gün ben de biraz nakit verdim, yanında bulunsun diyerek. Kısa bir süre sonra ayrıldık:
- Hadi sen evinde dinlen, derslerine çalış. Ola ki ev sahibin gelirse, selamımı söyle. Ablam, Yengeyi de zor durumda bırakmamak için ilk etapta, kiranın hiç olmazsa yarısını vermeliyiz, dedi dersin demiştim ki! Beraberken henüz biz, karşımıza çıkan bir tanıdık, Nurbeyan'a:
- Kız zilli! Sen benim adaşımı nereden tanıyorsun? Dedi
- O benim manevi kızım. Sen nerden tanıyorsun? Dedim.
- Biz de komşuyuz dedi, adaşım.
- Gülümseyerek, birbirimize iyi günler dileyip, ayrıldıktan sonra, Nurbeyan:
- Çantasını taşımam için ısrar ettiğim, Teyze işte buydu! Abla dedi…
Ben Nurbeyan’dan ayrıldıktan sonra tüpçüye gidip, bir seferliğine mahsus, ücretsiz tüp verip veremeyeceğini, bu kendisine çok gelecekse, saygı duyup, yapabileceği para yardımının da bizi memnun edeceğini söyledim. İnanmak istemiyordum ama kiminle paylaştıysam, olumlu bir gelişme olmamıştı. İşlerimiz ters gidiyordu!
Adaşım diyen, tanıdıkla az sonra, gene karşılaştım. Ayaküstü olayı bir de ondan dinledim:
Devamı yarın, saygılarımla, hoşça kalın! www.kadriyecosar.blogspot.com

12.02.2010
- Ay tanımam etmem! O gün, pazarımı gördüm. Kasaba ve mandıraya gittim. Hesap yüklüce. Yapıştı çantalarıma, ben taşıyayım mı?
Diye baktım tanımıyorum. İri yarı, güçlü kuvvetli kız. Ne yalan söyleyeyim, korktum! Kaçıp gitse yakalayamam da ben bunu, dedim kendi kendime.
Öğrenci olduğunu söyleyip, çok ısrar edince; hadi hayırlısı diye izin verdim. Evde geçirdikleri o kısa zamanı ve sonrasını da anlatıp, rahatladı. Esmer ve iri yarı, çevresinde gördüğü Ege’li kızlara benzemeyince, onda güvensizlik yarattığını tekrarladı, durdu.
- Evet, Arap kökenli, doğuda geçmiş çocukluğu, şimdi de Aydın’a taşınmışlar, dedim. O’nu yakından tanıdığımı hissettirip, bundan sonraki olası yardımlarında, içinin rahat etmesini sağlamaya çalıştım.
Tüpçüm ne para, ne de ücretsiz bir tüp, vermedi. Ben de o kadar dil döküp, elim boş çıkınca oradan. Parasını ödeyerek alacağım tüpü, bir başka bayiiden alarak, kendimce tüpçüyü cezalandırmıştım; içimden öyle geldi o gün. En az yirmi yıllık müşterisiydik biz, o dil döküp de elimin boş olarak çıktığım tüpçünün…
Ertesi gün kalktığımda, kendimi yorgun hissediyordum! Kahvaltımı hazırlayıp, televizyon kanalları arasında gezinip, kanalın birine takılıp, kaldım. Lokmalar ağzımda büyüyordu…
Yutmakta zorlanıyordum…
Nefes alıp vermem hızlandı…
Gözyaşlarım akmaya başladı…
Salonda kahvaltı yapmaya çalışıyordum, evde yalnızdım… İçimden, kendi kendime yüksek sesle konuşmak, geldi!
- Yalan! Dedim
Ardından daha yüksek sesle:
- Yalaaaan! Dedim…
- Koca bir yalan!
- Birimiz hepimiz, hepimiz birimiz içinmiş…
- Ne çok yalanları olan…
- Bu yalanların arkasına sığınıp, gerçek yüzümüzü saklayan sahtekârlarız, biz! Hepimizin maske koleksiyonu oldu!
Derken evde yalnızdım ve bağıra, bağıra o an içimden gelen duygu selimin akışına bırakmıştım, kendimi!
Kendi kendime salonda tek başımayken…
Baktım ki işe yarıyor, sıkmadım kendimi…
İçimden geldiği gibi davranmaya devam edince…
Daha sonra ağlamak geldi içimden!
Ağladım, ağladım, ağladım…
Zaten yutamıyordum. Henüz beş lokma yiyememiştim, rahatladım!
Üst üste ekmeksiz birkaç tane demli çay içtim!
Birkaç tane de üst üste sigara…
Bağırmak işe yaramıştı. Daha rahat fikir yürütmeme yaradı sanki…
Aklıma harika bir fikir geldi…
Giyinip hemen dışarıya attım kendimi…
Öğretmen evleri için maaşımızdan düzenli olarak para kesiliyordu. Bizim aidatlarımızla yapılan bu evlerde, paramızı ödeyerek kalabilmenin ötesinde, onlardan yararlanma hakkımızın da olabileceğini düşünmüştüm. Gidip öğretmen Evi Müdürüyle düşüncemi paylaştım. Aynı öykünün beşinci baskısını paylaştım, kendisiyle. Dışarıdan gelen öğrenciler için düzenli olarak tabilod çıkıyordu. Evimizde kaynayan bu kazandan, bu kızımız için sizden, ücretsiz yemek talebinde bulunuyorum. Gerekirse okul çıkışında, mutfakta çalışanlarınıza yardım edebilir. Sizin gurup yemeklerinizde, servise yardımcı olabilir, yarın beraber gelelim. Sizi de tanıştırayım. Önce sizin kesin düşüncenizi öğrenmem gerek. Olumsuz bir yaklaşımınız olacaksa, bunu kendisiyle hiç paylaşmamalıyım. Bu konuda sizden anlayış ve yardım istiyorum. Buna hakkımın olduğuna inanarak, dedim. Bu öğretmen arkadaşım da yıllardır yanlış algılarım içinde olanlardandı. Siyasi yıldızlarımızın ters yönlere bakanlardan biriydi…
Devamı yarın, saygılarımla, hoşça kalın!
www.kadriyecosar.blogspot.com

13.02.2010
Beni dinledi ve:
- Haklısın Hocam! Çok az bir zaman kalmışken, zorluklarınızın aşılmasında bizim de katkımız olsun. Ancak sadece öğlenleri tabilod çıkıyor, akşamları ve hafta sonları için bir şey yapamam, dedi Müdür Bey!
Teşekkür edip ayrıldım. Yarın saat 13.00de Nurbeyan’la birlikte gelme sözü vererek, moralim bozuk bir şekilde geldiğim evimin yolunu, neşeli bir şekilde döndüm. Masamın üzerindeki kahvaltılıkları toplamamıştım, evden çıkarken. Döndüğümde çok acıktığımın farkına vardım. Afiyetle karnımı doyurdum! Her zaman kontörü olmasa da bir cep telefonu vardı. Telefonunu aradım, ertesi gün Cumartesiydi önceden gidip, açık havada birlikte kahvaltı yaptık. Olası gelişmede, dikkat etmesi gereken şeyler üzerinde konuştuk. Sohbetin arasında sık sık “sen çok güçlü bir gençsin“ diyerek, O'nu yüreklendirmeye çalışıyordum.
Müdür Beyle tanıştılar, birlikte ikram edilen çayımızı içtik. Müdür Bey, aynı gün içinde saat 14.00teki, bir ilkokul adına düzenlenen çaya kalarak, servise yardım etmesini istedi Nurbeyan'dan. Şimdi gel seni çalışanlarımızla tanıştırayım. Sana servise yardımcı olurken, kullanacağın önlüğünü de hazırlasınlar, dedi. Birlikte odadan çıkıyorlardı. Ben tekrar teşekkür ederek, ayrılıyordum ki Nurbeyan, eğilip, kulağıma:
- İşin yoksa biraz daha kalabilir misin, abla? Deyince.
- Tamam lokalde oturup, gazetelere bakacağım. Merak etme buradayım! dedim.
Ben henüz elimdeki gazetenin, köşe yazılarını bitirememiştim ki Nurbeyan'ı yanı başımda bulmuştum. Heyecanlaydı bir o kadar da mutlu! Gene minnet duygularını dile getirmeye çalıştı:
- Ben bir şey yapmadım ki! Yemekleri ben değil Öğretmen Evi verecek! Sen de karşılığında emeğini koyacaksın, ortaya! Aşçı benim komşum oluyor. Hadi beraber gidip, seni tanıştırayım. Kızım sana emanet, deyip takılayım kendisine, dedim.
Aşçımız, beni görünce:
- Hayrola? Sen pek uğramazdın buralara, dedi.
- Kolay gelsin! Bundan sonra beni her zaman göreceksiniz burada, deyip. Nurbeyan'ı seninle tanıştırıp, manevi kızımdır ağabey demeye, geldim.
- Tanıştık biz! Biraz önce Müdür Bey, tek tek hepimizle tanıştırdı.
Mutfakta düzenlenen çay hazırlıklarının, tabaklara servisi başlayacaktı. Görevli Hanım, Nurbeyan'a:
- Hadi gel de önlüğünü giy, tabakları hazırlamaya başlıyorum, dedi.
Aşçımızla yalnız, kalınca biz! Kısaca neden böyle bir arayışa girdiğimizi anlattım:
- Aman Abi, şaka yapmıyorum. Kepçeni sallarken, bolca suyundan değil de bol sebze ve etin güzel parçalarını denk getirirsen, kızımın tabağına. Hayra girersin! Gün içinde yediği düzenli tek öğünü olma ihtimali çok fazla, dedim.
Hepinize kolay gelsin, diyerek eve gitmek için bahçeye çıktığımda. Birçok tanıdıkla karşılaştım. Seçim öncesi, uyanık bir İlkokul Müdiresinin, partili kadınların çoğunlukta olduğu, kalabalık bir gruba, okuluna yardım amaçlı, bu çayı düzenlediğini gördüm. Hemen hemen hepsiyle selamlaştım ama bir grubun yanına gidip; kendileriyle kısa da olsa birlikte zaman geçirme, konuşma, onlara katılmam gerektiğini düşündüm.
Adaylardan kazanma şansı en yüksek gibi görünmenin ötesinde % 95imizin, kesin kazanır diye baktığımız, değerli bir büyüğümüzdü aday. Eşi ve on beş kadar partili kadın katılmıştı o gruptan da çay davetine. Oturup kesin gözüyle baktığımız seçimlerden konuştuk. Ben, neden orada olduğumdan, Nurbeyan'dan bahsettim. Adayımızın Eşine:
Devamı haftaya, saygılarımla, hoşça kalın! www.kadriyecosar.blogspot.com

15.02.2010
- Siz, kalabalık ve zengin ailelerin çoğunlukta olduğu bir sülaledensiniz. Bu gün öğlen yemeklerine bir çözüm bulduk da geriye kalan üç ay için barınma, okul masrafları, günlük harçlığı için de arayışlarımız devam ediyor! Arkadaş, ben yanlış yol üzerinde olduğumun farkına; seni görünce vardım! Geriye kalan zamanda, tüm eksiklerin tamamlanmasında; olayı ben, sana devrediyorum! Halanlar, dayınlar, amcaların, kayınların, kuzenler, yeğenler! Sende maşallah saymakla bitecek gibi değil! Çok ciddiyim, benim burada hiç akrabam yok! Yabancıyım, dedim. Aldığım yanıt karşısında, dumura uğramıştım. Aynen şöyleydi:
- Dur, hayırlısıyla bir kazanalım, belediyeyi alırız inşallah! Kızımızın sırtı da, yere gelmez, o zaman dedi…
- Kazanacağınız konusunda hiç şüphem yok da kazanamasanız da kızımızın, sırtı yere gelmez arkadaş! Sonuçta üç ay için bir öğrencinin zorunlu ve kaçınılmaz ihtiyaçlarından, bahsediyoruz! Senin gibi düşünemeyeceğim, kusura bakma! Dedim. Konuyu kapattım. İçimdeki derinliklere, unutamayacağım bir sızıyla!
Servisler açılmaya başladı. Nurbeyan, beni de masada görünce sevindi:
- Nasıl abla, yakışmış mı önlüğüm? Dedi
- Bence çok başarılısın! Kadın olmamızdan kaynaklanıyor sanırım, bu işler bize küçüklüğümüzde, büyük bir çabayla öğretilmeye çalışılıyor yaaa…
Biz de verilen emekleri, boşa çıkarmaz, iş ne olursa olsun! Hakkını vererek yaparız hep, işte böyle! Elinin çok yatkın olduğu hemen göze çarpıyor, dedim.
Tabaklarda tatlı, tuzlu ikişer kuru pasta. Küçük kâselere doldurulup, tabaklara ters çevrilerek, sunuma hazırlanmış bolca yeşilliği olan kısır. İkişer tane de sigara böreği vardı. Normalde yardım amaçlı yapılan, bir etkinlikti. Genelde üçü beşi hesaplamaz, katkım olsun derdim. Her masadan alınan paralar hesaplanıp, konuşma yaparken çayı düzenleyen kişi, bu miktarları da anons ederek, grupları yarıştırma havasına sokup, masalardan ayrıca, toplu yardım alabilmeyi de becerebilir! Bu O'nun, o andaki performansıyla yakından ilgili bir durumdur! Kendime servis açtırmadım. Ücret, on milyondu, (10 YTL) sadece çay aldım. O an, on milyonun hesabını yaptıracak gelişmeler olmuş gibi algıladım! Kendimce az önceki “hayırlısıyla…“ diye başlayan; başkan adaylarından birinin eşinden aldığım yanıttan dolayı! Çayımı içince de kalktım. İçimden orada daha fazla oturmak gelmedi. Böyle anlarda kendi kendime içimden her seferinde “aman mor koyun, meler gelir… Aman mor koyun!“
Türküsünü söylerim. Benim, pozisyonuma düşenlere “mor inek“ mi deniyor? Ondan esinleniyorum galiba, ama “mor inekli“ de türkü duymadım ki hiç! Yok sanırım…
Aşçı Hüsnü Abi, eve gelince eşiyle paylaşmış; o gün olanları. Sevgi Abla da, balkonda anlatıyordu. “Ne vermek isterseniz, bana verin kendisine iletebilirim. İsterseniz evine kadar mahalleden topladıklarımızı, içinizden biriyle beraber de götürebiliriz“ diyordu! “Makarna, pirinç, bulgur, şeker ya da para olur! Yardım etmek isteyene siz de duyurun“ diye üstüne basa basa anlatıp durdu ya! Bir şeyler veren oldu mu? Ben de bilmiyorum. Yazık, çok mu perişandı çocuk Hüsnü?
- Allah, kulu kula muhtaç etmesin! Kolay değil, gepgenç kızcağız ya! İyi ki bizim komşuya rastlamış. Bırakmaz O'nun peşini, halleder, bilir becerir, iyi hanımdır, sever, takdir ederim, ben O'nu! Her zaman da yeri gelince, söylemişimdir! Demiş, Hanımına Hüsnü Abi.
Sevgi Abla, balkondan komşulara anlatırken, duydum. Ama devamında gene duyarlılık gösterip, yardım paketi getiren de olmadı. Yardım Sevenler Derneğindeki bir iki arkadaşla konuştum. Teklifi küçümsemedim, bütçeleri daha kabarık olsaydı, teklifleri de farklılaşırdı. Telefondaki arkadaş:
Devamı yarın, saygılarımla, hoşça kalın! www.kadriyecosar.blogspot.com

16.02.2010
- Biz Derneği her zaman açık tutamıyoruz. İlçe pazarının olduğu Salı günü 11.00'de açıp, duruma bakıyoruz. En erken de 15.00’e doğru kapatıyoruz. O saatlerde kızımız dilekçesini getirirse, ben arkadaşlarla önceden konuşmuş olurum. Dilekçesini hemen işleme koyarız, dedi.
- Çok teşekkür ederim. Salı Günü görüşürüz, ben de gelirim zaten, dedim.
Dilekçesini hazırladım. Derneğin yerini tarif ettim. O gün dernek biraz geç açıldı. Ama ben Nurbeyan'a söz verdim diye oradan ayrılamadım. Derneğin girişindeki iki basamaklı merdivene oturup, beklemeyi daha doğru, buldum. Yakınında oturulacak bir yer, yoktu! Bulsam bile Nurbeyan, geldiğinde beni hemen, görsün istedim. O da geldi. Dilekçesini gösterdim. Okudu, imzaladı:
- Abla yaa! Bu benim ayıbım mı bilemiyorum? Sen, bana dilekçeni yaz da gel; deseydin, utanıyorum ama dürüst davranacağım; ben yazamazdım, dedi.
- İyi bak öyleyse! İleride dilekçe yazman gerekirse, bunu gözünün önüne getirirsin!
Derken, ben de bu gerçekten utandım, iki yıllık bir yüksek okul öğrencisinin, bu itirafından ama belli etmedim!
Dilekçe faslı bitince, Nurbeyan'nın anlatacak ne de çok şeyinin olduğunu gördüm. O iki gün içinde, aşçımız gerçekten kepçesini sallarken, kazana. Benim şakayla karışık söylediklerime, dikkat etme gereği duymuş ki! Nurbeyan sadece iki gün olmasına rağmen, henüz Öğretmen Evinde öğle yemeği, yemeğe. Anlatacakları çoktu ve aynı zamanda O'nu heyecanlandırıyordu. Heyecanının davranışlarına yansımasını aynen yazacağım. Nurbeyen, beni oturduğum yerden, çekip kaldırdı. Şaşırdım, bir anlam veremedim! Başladı anlatmaya:
- Abla, biliyor musun? Yemekler çok güzel! Dedi
- Düzenlidir, kalorisi hesaplanır, en az dört çeşit yemek çıkar, dedim. Boynuma sarıldı, olduğu yerde, zıplayarak:
- ET YEDİM! ABLA…
ET YEDİM!
Derken, anasınıfındaki bir çocuğun, duygu ve sevincini ifade eden, davranışlar sergiliyordu! Olduğu yerde zıplıyor…
Bana sarılıyor…
O iki kelimelik cümleyi…
Tekrar ediyordu…
Hemen yanı başımızda, bir pastane imalatı…
Tam karşımızda, ilçenin en seçkin ilköğretim okulu vardı…
Sokağın ortasındayız…
Yanı başımızdan insanlar geçiyor…
İlçe pazarına, pazar arabalarıyla, evlerinin haftalık sebze ve meyvesini; olası diğer ihtiyaçlarını almak için geçip, gidiyorlardı…
Hiç beklemediğim, bir davranış biçimi…
Ne yapacağıma…
Nasıl davranacağıma…
Karar veremiyordum…
Ben de Güney Doğunun küçük bir köyünde, dünyaya gelip…
Henüz yedisindeyken, babamı kaybetmiştim ama…
Beş çocukla, otuz sekiz yaşındayken, dul kalmış bir ananın…
Dört numaralı kızıydım!
Ben de çok lüks ve refah, bolluk içinde yaşayamamıştım; çocukluğumu…
Fakirliği, garibanlığı, bilenlerden!
Onların halini bilip, anladığımı, sanıyordum kendimi…
Hallerinden, anlayabilirmişim de…
Derinliklere inemediğimi gördüm!
Yedisinde babamı, on yedisinde de annemi kaybetmiştim…
Bu acıların beni küçük yaşta olgunlaştırıp…
Kısa sürede hayat tecrübesi kazandırdığını sanıyordum…
Kalabalıklar arasında, bir genç kızın:
“ET YEDİM ABLA, ET YEDİM!“ derken,
Olduğu yerde zıplayarak, duygularını ifade edeceğini, hayal etmeyi bile öğrenememişim oysa…
Hayatta daha çok öğrenmem gereken, acı gerçeklerin olduğu bilinci o an!
Tokat gibi vurmuştu, yüzüme…
Kendimi toparlayıp, O'nun duygularının götüreceği yere birlikte gitmeye, karar verdim!
- Oh…oh…afiyet olsun! Deyip sevincine katıldım!
Şaşkınlığımı, gizleyerek…
Sokağın başına giren, apartman komşum, bizi o halde görmüştü. O da baktı, şaşırdı, bir anlam veremediği, bakışlarından belliydi.
İki yetişkin insanın yol ortasında sergilememesi gereken, davranış biçimi olduğunu ben de kabulleniyorum da! O'nun da bizi anlayabilmesi için bizimle, hazmı zor olan gelişmeleri, paylaşması lazım! Yoksa “deli mi bunlar“ ne? Diyerek, biraz da yadırgayarak, bakar tabii! Bakarak görülecek, anlaşılacak, şeyler olmadığını kabulleniyorum. Tam yanımıza geldiğinde, ne yapacağına karar veremiyor gibi bir hali vardı hala. Ben selam verdim:
- Kızım! Dedim…
Şaşırdı, yirmi yıllık komşumsun! Senin iki kızın yok mu? Dercesine, sessiz kalarak, selam verdi. Ama şaşkınlığını O da gizleyemiyordu!
- Tanışmamış olabilirsin. Yüksek Okulda da bir kızım var, diye çok anlattım, ben size ama deyince.
- Nurbeyan, bu mu? Dedi
- Evet! Dedim
Daha beş gün önceydi oysa. Balkondan naklen yayın yapıp, şeker, makarna, pirinç…
Gönlünüzden ne koparsa, kabulümüzdür demiştim ama…
Hiç birinden, hiçbir duyarlılık görememiştik…
Dernek de açılmamıştı henüz…
Olası tersliği, çok da merak etmeden…
Devamı yarın, saygılarımla, hoşça kalın! www.kadriyecosar.blogspot.com

17.02.2010
- Hadi sen öğlen yemeği için, servis zamanını kaçırma. Dilekçeyi de kapının
altından atalım. Haberleri var, ben öğleden sonra bir kez daha uğrarım gerekirse. Telefonlaşır, ben onlardan bilgi alırım. Seni de gelişmelerden haberdar ederim bir şekilde. Hadi görüşürüz, afiyet olsun, Nurbeyan sen git, dedim.
Aynı günün akşamında, kapı zilim çaldı. Gelen, bugün bizi gördüğünde, davranış şeklimize, çok şaşıran komşumdu:
- Evdekilerin haberi yok! Aramızda kalsın, lütfen!
Diyerek, on milyon verdi bana!
Hala anlayamadığı, anlamlı bir açıklamasını bulamadığı şeyler vardı ki! Bana:
- Et yedim, et yedim! Diyerek niye öyle tepiniyordu, O kız dedi?
- Öğretmen Evi gelişmesini anlattım.
Yüzünün ifadesi değişti:
- Yapma yaa!…Dedi…
İnşaat işçisi baba, ev hanımı bir anne ve yedi kardeşsen. Normalde de zaten eti, evinde de ancak, Kurban Bayramından…
Kurban Bayramına…
Yemiş olabileceğinin, ayrıtına varmak çok zordu, tabii ki!
- Ay bu çoluk çocuklar, ailesinden ayrı kalıp, nelere katlanmak zorunda kalarak; okumaya çalışıyorlar! Allah Yardımcıları Olsun! Dedi…
- Haklısın, öyle! Verdiğin yardımın aramızda kalacağından, hiç endişen olmasın! Kızımın adına sana; çok teşekkür ederim, dedim.
Öğleden sonra dernekteki arkadaşlarla görüşmüştüm:
- En kısa zamanda ödemeyi yaparız, kendisine. Diğer aylar için de bizim yardım miktarımız belli. Herkese aynı uygulamayı yapıyoruz, Hocam demişlerdi.
Yirmi gün geçmişti, sinemanın açılışında karşılaştığımızın üzerinden. Ufak ufak gelişmeler oluyordu da. Henüz kiranın bir kısmını olsun, ödeyememiştik. Henüz sabah kahvaltısı, akşam yemeği, okul ihtiyaçları, en önemlisi de kira başlı başına çözüm bekleyenlerdendi! Derslerden sonra mutfağa gidip; sebze doğrama işlerinde yardım etmeye de başlamıştı. Mutfakta çalışanlarla çok iyi anlaşıyor; karşılıklı saygı, sevgi çerçevesi içinde uyum içinde birlikte, çalışmaya başlamışlardı. Üstelik orada geçirdiği zamandan çok hoşnuttu, Nurbeyan!
- Çok iyi insanlar abla! Ders çalışmayacaksam hiç eve gitmiyorum. Birlikte çay içiyoruz. Çayın da yanında mutlaka bir şeyler oluyor.
Diye benimle paylaşıyordu. Hafta sonlarında da gitmeye başladı. Genellikle, hafta sonlarında, içki sofraları kurulur. Menü de zengin olurdu. Balık, ızgara etler, çeşit çeşit mezeler, bol bol salatalar…
Hüsnü Abi ile konuşup, kaymakamlıktaki olayı ve bizi zorlayan, durumları paylaştım. Sıkı sıkı tembih edip, bin bir ricada bulundum:
- Abi, sizin yanınızda ebeveyn sıcaklığı bulduğuna inanıyorum da. Akşamları derken hafta sonlarında da gelmesini doğru bulmuyorum aslında ama bir şey de diyemiyorum. Sen babacan adamsın. Hayat tecrübenle bizi sollar, geçersin. Aman gözün üzerinde olsun! “Kaş yapalım derken; göz çıkarmayalım!“ Lütfen, çok rica ediyorum. Akşamları ve hafta sonlarında; mutfakta yanınızda kalmasına çok dikkat et! İşin içine alkol girince, ben kimseye güvenemiyorum! Kesinlikle O'ndan, servis olayında yardım istenmesin. Sen, açık açık uyar! Mutfaktan dışarıya çıkmak, yok diye! Ben uyarsam, yanında olamayacağıma göre seninki kadar etkili olmayabilir! Deyip endişe ve kaygılarımı paylaşınca, sağ olsun! O da tıpkı bir baba sevecenliği içinde çok sağlıklı biçimde götürdü olayı. Bunu davranışlarına da yansıtıp, kalan yiyeceklerden oluşan menü hazırlayıp; boş yoğurt kaplarının içine doldurup, Nurbeyan, giderken:
- Al bakalım şunları, eve gidince ne pişireyim diye düşünme! Derslerine zamanında çok çalışıp, okulu zamanında bitireceksin! Sana da böylesi yakışır, bak! Hocamı üzmek yok, diyormuş!
Hafta sonunda ızgara ve balıklardan bile payını alır olmuştu. Anlaşmada bunlar yoktu ama yapmak zorundaydık! Hüsnü Abi de bunları, gizlilik içinde yapıyordu. Bu itiraflarım, ileride bize delil olarak dönerse, hiç şaşırmam! Mutfaktan yiyecek araklayan, çete mensubu oluveriyormuşuz…
Kaymakamlıktan telefon gelmedi. Zaten umudumuz yoktu! Aşçı Hüsnü Abi sağ olsun! Onlara her yemekte, bıkıp usanmadan hatırlatarak; fondan sorumlu kişileri, biraz da zorlamayla da olsa harekete geçirip, bir defaya mahsus olmak üzere...
Devamı haftaya, saygılarımla, hoşça kalın:)

Hiç yorum yok: