11.01.2010

Aziz Nesin'e Mektuplar


28.04.2008
Saat 23.39
Sayın AZİZ NESİN
ÖSYM Sınavları çocuklarımızın, korkulu rüyası haline geldiği yıllarda, sınavzede diyebileceğimiz bir kızımızla, aramızda geçen olayları sizinle paylaşmak istiyorum.
Sınav çocukları, kendilerini bu konuda ebeveynlerine, arkadaşlarına, öğretmenlerine, komşularına, kendilerine karşı hesap vermek zorunda hissediyordu. Bu durumda stres kaynaklı başarısızlıklar da kaçınılmaz oluyordu!
Sınavların açıklandığı gün, hatta hafta boyunca; meraklı tanıdıklara, söylenecek iyi bir sonuç alamayan çocuklar, kendilerini eve hapseder, bırakın sokağa çıkmayı, evdeki balkonlara bile çıkmazlardı…
Günlerce, aylarca hiç konuşmadığı bir komşu çocuğu bile olsa bu, meraklı komşular için kuralı değiştirmezdi. Sınav çocuğunun başını pencereden çıkarmış olması bile yeterli, hemen yakalanır ve meraklar giderilirdi! O tarihi kaçınılmaz soru sorulurdu:
- Göremedim seni! Ne oldu? Nereyi kazandın?
Şeklinde olan bu çok net sorularla, meraklar giderilmeye çalışılırdı. Bazı yetişkinler bunu kendisine iş edinir, sınav çocuğunu göremediği süre uzarsa, dayanamaz konu komşuya sorarak, olmazsa olmazı saydığı bilgiye ulaşmanın farklı yollarını aramaktan, kendilerini alamazlardı. Bu anlamsız ve kararlılık gösteren meraklar, çocukları yaşlarından dolayı olsa gerek çok etkiliyor ve kaygılandırıyordu. Kendi kızlarımdan dolayı da bu konuda tecrübe sahibi olduğumu çok rahat söyleyebilirim.
Sınavlarda beklediği sonuçları alanlar zaten hep göz önünde olup, sevincini tanıdıklarıyla paylaşarak, kazandığı başarının tadını keyifle çıkarırdı. Bir süre gözlerden ırak olmayı tercih edenin üzerine, bu kadar varmak niye? Anlamsızca merakları olan bir toplumuz ya...
Gene böyle tarihi günlerde, ailesi, öğretmenleri, hatta kendisi bile çok iyi bir sonuç beklemezken; Damla’nın aldığı sonuç, hepsini çok sevindirmişti, Damla çok mutlu olmuştu! İlkokul mezunu olan annesi ve teyzesi, üniversite beğenmez oldular! Annesi:
- Ayy, ben kızımın Ege Bölgesinden dışarı gitmesine izin veremem!
Olacaksa 9 Eylül veya Ege Üniversitesi olsun, puanı da güzel. Hafta sonlarında evine gidip gelebilmeli. Üniversite için kızımı Kars’a, Van’a gönderemem ben, diyordu…
Balkondan bir komşuya bile olsa bu anlatılanlar; mahalleye canlı naklen yayın gibi duyurulmuş olunuyordu. Hem böylece Damla’nın puanı üzerinden de olsa kendi tatminsizliklerini de doyurmuş oluyorlardı. İlk bine giren bir puan değildi sonuçta ama dikkatli davranılırsa, anaokulu öğretmenliklerine yerleştirilebilinirdi Damla! Ama beklenilenin üzerinde gelen bu puan sarhoşluğu içindeki, ebeveynlere bu konu üzerinde farklı açılımlar getirmenin olasılığı olmayan, bir ruh hali içinde dolaşıp, duruyorlardı.
Bu duygusallıkla tercihler yapıldı. Gerçekten üzülerek ifade ediyorum. Damla açıkta kaldı! Ama bu uzun soluklu bir mücadele, ikinci yıl umutlar devam etti. Damla birinci yıl aldığı puanı alamadı.
Üçüncü yıl baba, dershane konusunda ağırlığını koydu:
- Şansımı deneyeceğim derse, sınava girebilir! Ancak bu yıl dershane olayı kapanmıştır! Deyip babalık hakkını kullandı.
Anne üçüncü yılda hatasını anladı. Ama kızının pes etmesini istemiyordu. Yanıma gelip konuşarak rahatlamak istiyor konuşuyor, konuşuyor, konuşuyordu…
Bu durumda O’nu teselli etmek çok zordu. Sabırla dinlemek bile O’na yapılabilinecek en büyük yardım oluyordu. Digitürkte, alanlara göre derslerin, televizyondan yayınlandığını duyunca, ısrarla bana:
- Bir akşam bize gel. Bunu ben bilmiyormuşum gibi anlat. Belki babamızı ikna ederiz de başvurup, Digitürk bağlatırsa eve; dershaneye gitmiyor, dersleri televizyondan takip ederek, sınavlara daha iyi hazırlanmış olur, Damla! Noolur gel bunu sen anlat, diye ısrar edince, kıramadım. Bir gece evlerine gidip, istenilen rolümü oynadım. İşe yaradı, o hafta içinde evlerine Digitürk bağlatıldı. Damla o yıl da annesinin planladığı şekilde sınavlara hazırlandı.
Ama maalesef, üçüncü yılında da her hangi bir üniversiteye yerleştirilemedi! Azimli çocuktu. ÖSYM ile inatlaşırcasına, arayışını sürdürdü! Resim malzemeleri alıp, Lisedeki Öğretmeninden, teknikleri öğrenebilmek için kurs alıp; bol bol resim çizme çalışmaları yaptı. İlgili bölüme kaydını yaptırabilmek için üniversitelerin kendi bünyesinde açtığı kurslardan birine katılıp; arayışlarını sürdürdü. Ben Hanife’ye:
- En kötü ihtimali hesap edip, Damla resim kursundayken, teslim edilecek tercih formunu O’na sorarak, Açık Öğretimden Kamu Yönetimi Bölümünü işaretleyerek, teslim etmeyi önerdim. Sen O’na arzu ettiği başka bölüm varsa sor. İlgi duyduğu bir bölümde, bilgi dağarcığını genişletmiş olur. Resim bölümüne yerleştirilemezse diye düşünerek. Bu yıl da boşta kalması halinde, çok sıkılır, demiştim.
Kızıyla konuştu, Hanife:
- Resim Bölümü için sen elinden geleni yap, orada! Kılavuzuna AÖF Kamuyu tercih ederek teslim edelim mi? Diye fikrini sordu. Kılavuzunu ikimiz teslim ettik. Sınavlara girip, belli prosedürlerden sonra eve geldi Damla, umutluydu. Resim Öğretmenliğine yerleştirilebileceğini söylüyordu.
Maalesef sonuç beklediği gibi olmamıştı! AÖF Kamu Yönetimine kaydı işe yaramıştı.
Aynı dönemde küçük kızım, Uludağ İktisadı kazanmıştı. Bursa’da iki ablam ve yakın akrabalarımın olması nedeniyle kızımla birlikte gidip; O’nun yurda yerleşip, çevreye alışması sürecinde, yanında olmak istedim. Hem de akraba ve ablamlar ile hasret gidermiş oldum. Çok fazla akraba ziyaretine zaman ayıramıyordum. Benim için de çok iyi olmuştu. Uzun yılların hasretini de gidermiş oldum ben iki ablam, amcakızım, dayımın kızı, teyzemin kızı ve çocuklarıyla; yıllar sonra görüşebilmiştim birçoğuyla çünkü… Yaşam şartları hepsimizi bir yerlerde arayışa sürüklemişti, görüşemiyorduk! Yirmi gün sonra ilçeme döndüğümde, Damla’yı yakın markaj altına alıp, uzun uzun konuştum. Amacım, hiç kimseye söylemeden, bir daha kılavuz aldırıp, tekrar sınavlara girmeye O’nu ikna etmekti.
O’nu alıp Öğretmen Evine, parklara çay içmeye götürüyordum. Sözel öğrencisi olduğundan, konuları ezberlediğine inanıyor; bunca yıllık emeğinin karşılığını alabilmesi konusunda O’nu yüreklendirmeye çalışıyordum:
- Damla’cığım! Sen sözel bölümü öğrencisisin. Bu konuları öğrenmenin ötesinde ezberledin artık! Sende çevrendekilere karşı hesap verme olgusu gelişti bence, bu da seni çok tedirgin ediyor; anlamsız yere heyecan yapıyorsun, sınavda da her şeyi birbirine karıştırıp, çıkıyorsun!
Gel gülüm! Bu yıl da başvurunu yap ama kimseye söyleme. Sınav yerini de komşu ilçe olarak yaz. Bak orada ninen var. Gezmeye gider gibi yaparsın. Son bir kez daha şansını denersin. İkimizin arasında kalsın bu! Kazanamazsan, bu da ikimizin sırrı olur. Sen de ileride “çok uğraştım, böyle bir yol bile denedim, olmadı!“ deyip kendini daha iyi hissedersin. Ama ben eminim ki sen başarabilirsin. Sende yapamama korkusu gelişti. Başkalarına bu konuda hesap vermek zorunda hissediyorsun kendini! Sınav öncesi ve sonrası herkesten kaçıyor, kendini eve hapsediyorsun. İnan sayısal bölümü öğrencisi olsan; bu kadar ısrarcı olamam. Temelden gelen eksikliği var ki bu çocuk bunu kapatamıyor, derdim. Seni konuşulmasını bile istemediğin bu konularda, üzerine bu kadar gelemezdim. Düşün, gene çıkalım. Sen de düşüncelerini paylaş benimle. Belki senin de haklı olduğuna inandığın şeyler vardır. Bunları seni anlayan biriyle paylaşmayınca; kesin doğrudur bunlar, diyeceksin! Benim de hayat tecrübem sana göre daha çok. Ona saygı duyup, düşüncelerini benimle paylaşabilirsin, değil mi? Ne kaybedersin ki!
Ama hep ben konuşuyorum. Şunu bil ki doğruluğuna inandığım konularda inatçıyımdır. Kolay kolay pes etmem.
Tek taraflı fikir beyan etme eyleminde ben daha ne diller döktüm ama nafile! Damla:
- Bizim evde ÖSS lafı yasaklandı. Babam kapatın şu meseleyi. Bir daha bu evde sınav, ÖSS- ÖSYM konuşulduğunu duymak istemiyorum, dedi! Biz ailecek karar aldık. Bu konu üzerinde hiç konuşmuyoruz artık.
Benim beklediğim yanıt bu değildi. Ebeveynlerinin değil, Damlanın kararları, beklentileri, umutları hakkında konuşmak istiyordum...
Ertesi günlerde de devam etti, birlikte dışarı çıkmamız. Kılavuzların teslim edileceği güne kadar; eğer konuşmazsan, bil ki senin başının etini yemeye devam ederim. Küçük kızım da gitti, zaman sıkıntım yok, işin zor! Böyle susarak, benden kurtulamayacaksın diyordum! Baktı ki çok kararlıyım, üstelik yüzüne karşı, acımasız eleştirilere de başlayınca; O da savunmaya geçti:
- Ben Açık Öğretime kaydımı yaptırdım, dedi.
- Biliyorum, ben Bursa’ya gitmeden önce annenle birlikte doldurup, teslim ettik kılavuzunu. Sen o zaman Konya’daydın, döndüğünde kılavuzları teslim tarihi geçmiş olacaktı.
- Ben bir daha o stresi kaldırabileceğimi, sanmıyorum dedi.
- Senin stresin dersler, konular değil ki! Sen, çalışıyor, çalışıyorsun. Bu kez de yapamazsam, yakın çevremdekilere ne derim! Diye düşünerek sınava giriyorsun; her şeyi birbirine karıştırıp, çıkıyorsun dedim!
- Aynen öyle!
- İşte ben de bildiğim için sana bu kadar çok ısrar ediyorum. Seni çok iyi tanımanın ötesinde, sana çok güvendiğim için bir daha dene diyorum! Sen gerçekten şimdi sınava girsen, soruların çoğunu yaparsın. Önce seni strese sokan etkenleri belirleyip, onlardan uzak tutalım. Bak yirmi yıllık komşuyuz. Anneni de çok severim ama O da bilmeden, istemeden sana zarar verenlerin içinde.
- Evet yaaa! Durmadan bu ÖSYM beni hasta etti. Kalp, şeker, tansiyon hepsi sıraya girdi, deyip duruyor. Sebep, ÖSYM! Sonuç, bir sürü hastalık! O da buna kendini inandırmış. Bunu her söylediğinde, ben kendimi suçlu hissediyorum!
Bizim evdeki ÖSYM konuşmama yasağı, sıkıyönetimin ilanı gibi kabul gördü! Gerçekten tek kelime etmeye cesaret eden, yok! Belki de böylesi herkesin işine geliyor!
* Ben yıllarca aynı şeyleri tekrar etmekten…
* Babam aynı şeyler için masraf yapmaktan…
* Annem hep aynı şeyleri anlatıp, dinlemekten…
* Bıkmış olamaz mı?
* Onlara da hak vermek gerekiyor ama!
* Bunaldım!
* Bunaldım…
Şaka bir yana, biz artık evde gerçekten, bu konular üzerinde konuşmama kararına saygı duyup, o meseleyi kapattık!
- Damla’cığım seni anlayabilmem için bunları birebir yaşamam gerekmiyor ki! Ben de sana başarısızlığının nedenlerinin, bunlar olduğunu anlatmaya çalışıyorum zaten. Sen bunların etkisinde kaldığın için sınavlarda heyecanlanıp; başarısız oluyorsun! Benim sana anlatmak istediğim şey! Çevrendeki insanları değiştiremeyeceğine göre; sen kendini değiştirmeyi deneyip, bunlara aldırmamayı öğrenmelisin, demek istiyorum!
Onlar senin ailen ama sen komşuların değerlendirmelerini de çok ciddiye alıp; kafana takıyorsun. Onların karşısında da başarısızlığının altında eziliyorsun; üstelik bunu onlara fark ettirerek! Senin en büyük yanlışın bu! Biraz da kendini sorgulaman gerek; deyince ben. Damla’nın dinleme sabrı bitivermişti! Benim de istediğim buydu aslında. Yüzünün ifadesi değişti, savunmaya geçti:
- Ben sınava giremem artık giremem, dedi! Tam bir şeyler anlatmak için başladığı konuşmasını kısa kesti, sustu!
- Neden? Dedim...
- Boş ver ısrar etme! Dedi...
Biliyorum, sen beni düşündüğün için uğraşıyorsun. Ben de seni farklı bulduğum için “hadi çıkalım,“ dediğinizde sizi kıramıyorum ama!
Bu konu üzerinde daha fazla konuşmayalım. Beni anlamıyorsunuz! Ben artık sınava giremem! Deyip, kestirip atıyordu:
- Bu mu?
Ben bundan hiç bir şey anlamıyorum ki!
Neden?
Hep ben konuşuyorum. Sen de hep aynı şeyi söylüyorsun. Bir açılım getiremeyeceksek, boşuna konuşmuş olmaz mıyız?
* Baban yasak koymuş!
* Senin geleceğin ne olacak?
Annene bak, zamanında okumuş olmamaktan dolayı nasıl da pişman!
Sen farklı bir nesil olarak, ondan bir adım önde olmak istemez misin?
İstemenin ötesinde olmak zorundasın!
Ne anlamı kalır? O kadar çaba ve gayretinin…
Zamanı geri getiremiyoruz! Son pişmanlıklar hiçbir işe yaramaz!
Önümüzde çok kısa bir zaman var. İyi düşün, doğru bir karar ver, derim!
Üç yıldır yapamamış olman, bunu yapamayacağın anlamına gelmez ki!
Derken, istem dışı ses tonum sertleşmiş, biraz da yorgunluk içerince.
Damla:
- Senin bilmediğin şeyler var! Dedi:
- Söyle öyleyse!
Belki de sen haklısındır.
Çalışıyorum ama anlamıyorum, çabuk unutuyorum de! Her ne ise o benim bilmediklerim, anlat o zaman!
Ben de anlattıklarında doğruluk payı görebileceksem, senden özür bile dilerim. Ben hiç bir şey bilmiyorum ki! Bazı şeyler paylaşılmalı! Tamam, ama sen bunun için doğru insan değilsin; benim için de diyebilirsin!
Boşa kürek çektik kaç gündür, demek ki!
Yıllar sonra pişmanlıklarını anlatmak istersen; benden bu kadar sabır bekleme!
Deyince ben, bir şeyleri paylaşmaya karar verdi tekrar:
- Ama ben Açık Öğretime kaydımı yaptırırken; ( yüz seksen milyon) 180YTL harç yatırdım, dedi.
- Herkes gibi, nooolmuş yani?
- Sınavlara gidip gelirken, bu iki yüz elliyi bulur!
- Bu mu?
Bütün mazeretin, sorunun, engelin bu muydu?
Sorun yok öyleyse! Dedim…
- Eğer ben bir kez daha sınava girersem; bu kez kimseyi dinlemez, sırf bu çevreden uzaklaşmış olmak için en düşük puanı olan, Arkeoloji Bölümlerini bile yazar, bir süre buralardan kaçarım dedi!
- Ne güzel!
Arkeoloji hakkında hangimiz ne biliyoruz ki!
Gidersen o dal üzerinde bilgi donanımına sahip olursun; üniversite hayatının da güzelliklerini yaşarsın işte! Dedim.
- Dananın kuyruğu işte orda kopar! Dedi!
Hiçbir şey anlamadım:
- Hangi dana bu?
Senin arkeoloji okumanla ne alakası var?
Bırak danayı, bırak!
Biz konunun özüne dönelim, diye birazcık da tiiiye alıp, kızdırmaya devam ettim! İşe yaradı:
- İşte o zaman babam, sen madem arkeoloji okuyacaktın. Kaç senedir zaten puanın tutuyordu. Neden yazmadın? Bu sene gene sınava girecektiysen; bu Açık Öğretim masrafını bana niye yaptırtın der! Demekle de kalmaz benim bacaklarımı kırar! Dedi.
Damla’nın ailesinin maddi durumu benimkine göre çok iyiydi! Banka hesap cüzdanlarının bir hayli kabarık olduğunu biliyordum. İlçede, birkaç tane daireleri de vardı. Bu itirafı benimle paylaşmasını çok iyi kullanmalıydım. Sorunu sadece iki yüz elli milyona indirgetip; çözümü ben önermeliydim:
- Damla bak, yirmi gündür Bursa’daydım. Eğitim amaçlı biriktirip, yanıma aldığım biraz dolarım vardı. Gerekli olanını harcadım, iki yüz dolarım kaldı. Senin endişen buysa, al senin olsun! Zamanı geçmeden kılavuzu al, teslim et. Bu konuda sana, senin düşündüğün gibi bir tepki olacaksa; bu dolarları kullanırsın dedim!
Gözleri irileşti! Yüzüne bir masumluk çöktü! Bana:
- Verir misin? Gerçekten dedi…
- Veririm dedim! İki yüz dolarla benim başım göğe ermez! Onsuz da çok sıkıntı çekmem! Zaten eğitim amaçlı biriktirdiğim bir paraydı. Sonuçta amacına uygun bir şekilde kullanılmış olacak! Seni rahatlatacaksa sorun yok demek ki! Dedim, geçekten çok sevindi:
- Çok teşekkür ederim dedi…
İstenilen noktaya gelebilmiştik:
- Kılavuzu al. Bu ikimizin sırrı olsun. Sınava ilçemizde girme. Sınav öncesi ninene gezmeye gidiyormuş gibi yap. Özellikle komşulara söyleme. Kazanırsan ne ala! Kazanamazsan da ucunda ölüm yok ya canım! Ama bil ki bu girişimin, ileride senin için çok iyi olacak! Bunu zamanla daha iyi anlayacaksın! Hadi hayırlısı olsun! Çok doğru bir karar verdin! Seni tebrik ederim! Dedim…
O da çok huzurlu ve mutlu görünüyordu:
- Senin için, bir daha deneyeceğim! Dedi.
Kızımın son on yılda çıkan soruları içeren kitabını ve Damla’nın bölümünde kendisine yarayacak başka da kaynakları verdim. Ancak Damla o yıl AÖF Kamu Bölümünün sınavlarına da gireceği için her iki sınav için çalışmaya karar verdi. Babası ortalıkta ÖSS kitaplarını gördüğünde:
- Bunlar ne yahu? Sen daha bunlara mı çalışıyorsun? Kaldır şunları, ortalıktan! deyince. Damla:
- Kaynak olarak kullanıyorum ben onları. Aynı konuların orada açıklamalı anlatımları var, diyormuş.
Zaman zaman yalnız kalınca ikimiz:
- Aman Damla, Açık Öğretim kaçmıyor ya! Sen en iyisi kamuya çalışıyormuş gibi yap, ÖSS’ye asıl. Kim ne anlayacak boş ver! Sen belirlediğin plan doğrultusunda çalış bence, derdim.
İşini ne kadar zorlaştırdığını görmüş olurdum:
- Ama onların sınavlarına da gireceğim mecburen ya... Dedi!
- Tamam gir canım!
- İşte o öyle değil!
- Nasıl yani?
- Ben bu sınavları, mutlaka başarmak zorundayım! Yoksa gene herkes sorduğunda, olmadı dersem. Damla, Açık Öğretimin bile sınavlarını yapamadı; diyecekler bu sefer! Ben onları dengeliyorum, ikisine de çalışıyorum. ÖSS ye mutlaka gireceğim! Derdi.
Damla çok zor bir yıl geçirdi ama çok başarılıydı! Kamu Yönetiminin bütün derslerinden, yüksek puanlar aldı. İkinci sınıfa geçti!
Benim umudum Hazirandaki sınavdı. Tarihi gün yaklaştı, heyecan dorukta! Ben de en az onun kadar heyecanlanıyordum. Sınav öncesi stresten Damla’nın yanakları al al kızarmıştı. Uzun süre güneşlenip, alerji olmuş gibi. Sınavlardan bir iki gün öncesi çok sıkıldığını söyleyerek, komşu ilçede oturan anneannesine gitmek için ailesinden izin istedi. Gezmeye giden biri gibi yanına birkaç giysi alıp, bana seslendi:
- Ben hazırlandım, gidiyorum! Dedi…
- Hadi güle güle git! Anneannene çok selam söyle dedim.
Balkondan balkona konuştuğumuz için rahat konuşamıyorduk. O gün komşular benim alt kattaki komşumda toplanmışlardı. Yüksek sesli konuşmaları ve kahkahalarını ikimiz de bulunduğumuz karşılıklı apartmanlarımızın balkonlarındayken duyabiliyorduk. Çok rahat konuştuğumuzda, onlar da bizim konuşmalarımızı duyabilirdi tabii ki! Damla’nın annesi de o komşu grubunun içindeydi. Komşu kadınlarımız toplanmış, sabah kahvesi içiyorlardı. Başarılar dilemek istedim. Aslında O’nun da söyleyecekleri var gibi bakıyordu bana! Mimiklerimle başarılar dilediğimi anladı! O da ellerini iki yana ve yukarıya doğru kaldırıp, yüzüne sürdü! Küçük harflerle
- İnşallah! Dedi…
Bir dakika bekle deyip, içeri girdim, bebanten kremini arayıp buldum, tekrar balkona çıkıp, onun balkonuna attım:
- Bu iyi gelir yanında götür. Günde beş kere bile sürebilirsin, bunu dedim.
- Teşekkür etti.
Küçük bir valizle yola çıktı. Herkese anneanneme gezmeye gidiyorum diyerek...
O her zaman tüm sınavları için “iyi geçti derdi ama gene iyi geçtiğini söyledi“
Doğruysa anımsadıkları, ertesi gün aldığı gazetedeki sorulara baktığında, netleri fena değildi!
İnternetten sınav sonuçlarının açıklandığı gün; evlerinde kalabalık bir grup misafirleri vardı. O’nun kısa bir süreliğine de olsa dışarı çıkıp, inernet cafeye gidemeyeceğini düşünüp; sonuçlara da ben baktım. O yıl sınav sistemi gene değişmişti, tercihler önceden yapılmıştı. Sonuç Damla için harikaydı! Çünkü O, öğretmen olmayı çok istiyordu! Ulaştığım sonuç; tam da onun isteği doğrultudaydı…
Sonucu gördüğüm andaki, ruh halimi anlatacak kelimeler bulamıyorum…
İlk tepkim ağlamak oldu! Sevinç gözyaşları deyimi öylesine söylenmiş bir söz değilmiş demek ki! Keşke akan gözyaşlarının sebebi hep sevinç olabilse...

Telefon ettim:
- Damla…
- Efendim, buyurun diyor...
Ama ben ağlamaktan kelimeleri toparlayamıyorum ki!
- Damla…
- Sesin iyi gelmiyor. İyi misin sen?
- Alo…
Ben geleyim mi? Ne oldu? Ağlıyorsun sen!
İyi değilsin sen, telefonu kapatıp geleyim ben! Derken Damla; ben:
- Hayır hayır iyiyim…
Hem de çok iyiyim…
Damla gözün aydın! Sosyal Bilgiler Öğretmenliğini kazanmışsın! Dememle karşı tarafta büyük bir karmaşa ve telaş başlamıştı. Damla elindeki açık olan telefonu kapatmadan, sevinç çığlığı atıp, evdekilerin de merakını gidermek zorunda kalınca… Evdeki her kafadan bir ses çıkıyordu:
- Ne ne?
- Nasıl yani?
- Ayol sen sınava girmedin ki!
En çok etkilenen annesi olmuştu:
- Ay şükürler olsun Yarrabim!
Şaka gibi…
Cümbür cemaat çıktılar balkona…
Herkesin söyleyeceği çok şey vardı…
Kızı üniversite sınavlarına dördüncü kez gireceği için mahalle baskısından kendini korumaya çalışmasına, çok iyi bir örnek olacak bir şekilde; komşu ilçedeki anneannesine giderken Damla! Annesi komşularla sabah kahvesi içip, şen şakrak bir ortamda attığı kahkahaları ben balkonumdan, kızı da kendi balkonlarından duyabilmiştik…
Şimdi bana:
- Ay komşum ben sana ne diyeyim? Diyordu…
- Bana bir şey demen gerekmez! Kızına sarıl, öp…
Ses tonumuz o kadar yüksek volümlüydü ki…
Karşılıklı iki apartmanın sakinleri balkona çıktı; her biri merakla ne olduğunu anlayabilmek için…
Her çıkan bir şeyler soruyor, şaşırıyordu…
Damla’nın sevincini paylaşıyorlardı…
Damla’ya en çok sorulan şey:
- Eeee nasıl oluyor? Sen sınavlara girmedin ki! Açık Öğretim Sınavlarına gittin yaaa…
- Kadriye Teyzem beni zorla sınava soktu…
Bir kez daha dene, çok emek verdin deyince…
Onu kırmamak için girmiştim, son bir kez daha…
- Aaaaa ne güzel! İyi ki girmişsin…
Alt kattaki komşumun kızının yaptığı değerlendirmeyi duyunca gururlandım…
- Her mahalleye bir Kadriye Coşar lazım! Demişti…
Konuşmalar o günle sınırlı kalmadı…
Duyana çok ilginç gelen bu öykü, yeni duyanlarca mutlaka bir başkasına anlatılmıştı…
Hepsinin bir şekilde bana geri dönüşümü oluyordu…
Bu da beni gerçekten, çok mutlu ediyordu…
Damla ile yıllar öncesine dayanan bir anımı daha anımsadım şimdi, kısaca onu da sizinle paylaşmaya çalışayım. İlçede oturup, köyde çalıştığım yıllarda, bir gün okul dönüşü dar zamanda akşam yemeği hazırlamaya çalışırken mutfağımda, on yaşındaki Damla’nın feryatlarıyla balkona fırlarcasına attım kendimi. Karşı balkondaki Damla’nın:
- Özür dilerim, anneciğim! Özür dilerim!
Derken çok korktuğu ve bir o kadar da pişman olduğu, kendi balkonlarından, benim mutfağıma kadar çok net gelebilmişti. Ev hanımı annesini de bir türlü ikna edemiyordu. Yanar halde olan ocağımı, üzerinde pişirmeye çalıştığım yemekle ilgilenmeyi bırakıp, balkona çıktım, annesine seslenip, sakin olması konusunda uyarmak istedim! Ama beni; benden başka duyan biri olmamıştı! Seslenişlerimi birkaç kere tekrarladım; küçücük bir geri dönüşümü yaşayamadım. Tekrar mutfağıma girip, yarım kalan yemek pişirme işime devam ettim.
Annesinin hışımla ona yaklaşması, balkondan mutfaklarına geri çekmesi; nasıl olduğunu bilemiyorum, Damla’nın tekrar balkona kaçabilme serüveni, kısa sürede çok sık bir şekilde devam eden bir davranış biçimi karşısında, sesimi onlara duyuramıyordum. Anne:
- Gel buraya, gel! Derken, Damla:
- Özür dilerim anneciğim! Özür dilerim! Diyordu...
Başka anlamlı bir cümle duyamıyordum, öfkeli ve korku dolu seslerin arasından…
Onlara ulaşabilme şansım olmamıştı; sadece yakın mesafede duran bir izleyici konumundan öteye gidememiştim. Yemeğimi pişirip, masayı hazırladığımda bizimkilerin açlık kan şekerleri tavan yapmıştı diyebilirim. Bir gün öncesi geceden hazırlanıp, dolaba bırakılan bir ön hazırlığım yoksa yemek saatleri hep böyle gecikiyordu. Sıradan bir akşam yemeği oldu. Karnını doyuran kendisine bir uğraş buldu! İki kız kardeş ders çalışıp, ödev yaparken; aile reisi konumunda olan eşim, günlük gazetesini okurken, televizyon izlemeye başladı. Ben yemek sonrası bulaşık olayından sonra ertesi gün için geldiğimde hazır olmasını istediğim ikinci bir zeytinyağlı, soğuk tüketilebilecek bir yemeğin hazırlanması, pişirilmesi olayına daldım…
Mutfakta akşam yemeğinden sonra devam eden ikinci mesaim süresi içinde akşamüstü yaşadıklarımın etkisinden kendimi kurtaramadım! Çalışmıyor olup, maddi sıkıntı çekmeyen bu anneyi suçlayıp, durdum! Bu zamanını iki çocuğu için daha farklı kullanabilmesi için nelere ihtiyacı olduğunu düşündüm! Cevap çok basitti! Anne zaten bunu çok fazla dile getiriyordu:
- Derslerinize çok çalışın, bizim gibi olmayın! Diyordu da…
Beklentisinin gereklerini yerine getiremiyordu!
O gece herkes uyudu, ben de yattım ama Damla’nın ağlayarak; “Özür dilerim anneciğim! Özür dilerim!“ diye yalvarışları beynime kazınmışçasına, peş peşe yankılanmaya başladı kafamın içinde. Kalkıp gezinmek, bir bardak süt içmek hiçbir işe yaramadı. Bir süre sonra büyük bir fincan kahveyle oturduğum masamda, elime aldığım boş harita metotların birinin, sayfasına başlık atmak için düşündüm, aklımda sıralananların içinden birini seçtim ve büyük harflerle sayfanın üst ortasına…




“ÖZRÜN ANLAMINI BİLMEYEN BÜYÜKLER“
Dedikten sonra beynimin içini kemiren, erkenden kalkıp köye gitmemi zorlaştıran nedenleri sıralamaya başladım. Bir iki düzeltmenin dışında, gerisi bence çok güzel olmuştu. Bir zarfa yerleştirip, Yeni Asır Gazetesinin İzmir’deki adresini de zarfın üzerine yazıp çantama koyduğumda kendimi rahatlamış hissettim ve yattım ama çok çabuk sabah olmuştu ve canım hiç kalkmak istemiyordu, istediğim değil; olması gereken oldu! İki kızımı okula gönderdikten sonra ben de yollara düştüm. Maceralı bir biçimde okuluma varabildim.
Aynı gün derslerden sonra önce PTT’ye gittim. Akşamdan hazırlanmış zarfımı verirken, bayan bir memurla ayaküstü kısa sohbetten sonra evime geldim. Balkonlardan kulağımı tırmalayan herhangi bir ses duymadım. Dün geceden hazırlanmış yemeğimin yanına kısa zamanda gerekli olanları da hazırlayıp, o akşam daha erken bir saatte yemeğimizi yedik…
Bir gece öncesinin huzursuzluğuna benzer bir durum yaşamadım; derin bir uyku çekebildim. Sabah kalkışımda da bir terslik olmadı. Aynı hafta içinde yolda karşılaştığım bir tanıdık, beni görünce:
- Ayy! Çok duygulandım, okurken! Kısa ama ne çok mesajı olan bir yazı o! deyince…
Yazımın yayınlanmış olduğunu kendisinden, öğrenmiş oldum! Köşedeki büfede aradığım gazetenin kalmamış olması beni ana bayiiye kadar yürüttü, gazeteyi aldığımda; kendimi çok mutlu hissettim! Yolda okuduktan sonra evde de birkaç kere daha okuma gereği duydum…
Çok değil, üç gün sonra Yeni Asırdan gönderilen bir havale alındısını buldum posta kutumda, bu kez PTT’ye koşar adımlarla gittim! Paramı aldım ama çantamdaki cüzdanımın içine koyamadım. Ayrı bir bölümde sakladım. Çok anlamlı bir şekilde harcamalıyım diye düşündüm; köydeki öğrencilerimin, olmazsa olmazlarını almaya karar verdim. Çantamdakileri masamın üzerine boşalttığımda aldıklarımı, birçoğunun bakışlarındaki ışıltıyı görebilmem, çok doğru bir karar verdiğime inandırttı beni…
Doğruluğuna bir türlü karar veremediğim ise bunu Damla ve annesiyle paylaşıp, paylaşmamdı. Balkondan esaslı bir sohbetimizin arasına bunu sokma gereği duydum. Sinirlerine hâkim olamayan annemiz, sohbet anında, bana hayat dersi vermeye çalışırken; o günü anımsattım kendisine. Bendeki etkisini, gelişimini ve sonucunu söylediğimde! Hiç böyle bir şey beklemeyen anne:
- Nasıl yani? Ben çocuğumu dövdüm, sen bunu kalkıp yazdın ve gazeteye gönderdin ve karşılığında, sana para gönderdiler öyle mi?
- Eveet, aynen öyle oldu! Ama ben o parayı kendim için harcayamadım, zaten öyle çok büyük bir miktar da değildi! Gelişi güzel harcayamayacağım kadar önemsedim ve gereğini yaptım zaten, dediğimde O:
- Aşk olsun ya… Adımı da yazdın mı yoksa? Dedi.
- O zaman bu basit bir dedikodu olurdu. Senin adın değil; yaklaşımın önemli olan! Ben de o bölümü vurgulamaya çalıştım zaten, dedim. Sustu dinledi, inanmak istemedi. Biraz önceki bana hayat dersi vermeye çalışan halinden, yüz ifadesinden eser kalmadı:
- Damla…
Diye seslendi kızına ve bana gönderdi. Öncesinde ne olduğunu anlayamadığı bu kısacık yazıdan, en karlı çıkan Damla oldu! Yazı okunup, anlaşılınca, bunu sonraki günlerde çok iyi kullandı Damla. Annesiyle ne zaman bir anlaşmazlığa düşseler ve annesi sinirlenince eline ne zaman bir terlik veya ot süpürgesini alsa…
Damla can haliyle balkona kaçıp; avazının çıktığı kadar:
- Kadriye Teyzeeee….
Diye bağırır olmuştu! Öfkesini dayakla yatıştırmaya kalkan anneye karşı savunmada, çok etkili bir tehdit unsuru olmuştu bu kısacık yazı…
Ama adım gibi eminim ki Damla ne öğrencileri, ne de bir başkası için kesinlikle dayak unsurunu caydırıcı bir mekanizma olarak kullanmayacaktır. Eğer dışarıdaki yüzüne maske takmıyorsa. Damla’nın çocukluğunda aramızda böylesi unutulmaz bir anıyı yaşamıştık. Bu Damla’yı dayaktan kurtarmıştı bundan sonraki çocukluk döneminde.
Sonra da gençlik döneminde ısrarla dördüncü yılında da pes etmeyip, bir kere daha denemesi için ÖSS sınavlarına girmesini sağlamaya çalışmamın sonucunda da en çok istediği alan olan öğretmenlik bölümünde okuma hakkı kazanmıştı. O şimdi öğretmen!
Umutlarını tamamen yitirip, pes ettiği bir noktada birine elini uzatıp. Onu içinde bulunduğu kargaşa ortamından çıkmasını sağlayabilmede lokomotif olabilmek. Geleceğini daha aydınlık bir ortama taşımasına yardımcı olabilmek. Yaşanılası çok güzel bir mutluluk. Sizin bu konudaki duyarlılığınızı bildiğim için bu yaşanmışlıklarımı sizinle paylaşmak istedim Sayın Nesin; bir sonraki mektubumda telefonumun mesaj bölümünden; silmeye elimin varmadığı…
“ Laborant oldum Hocam, laborant!“
Diyerek sevincini benimle paylaşan!
Nurbeyan’ın yürek burkan eğitim özleminde, başarıyı yakalayabilme yolunda birlikte yaşadıklarımızın öyküsünü paylaşmak istiyorum sizinle…
Saygılarımla…

Hiç yorum yok: