4.02.2010

01.02.2010 İle 06.02.2010 Tarihleri Arasında Yayınlanan; Aziz Nesin'e Mektuplar Dizini...


O1.02.2010
- El insaf deyimi çuk diye oturur; bu haksız ve anlamsız ifadenin karşısına. Bak geçmiş yıllara ait olanları da dosyamda mevcut, hangisi bundan daha özenle basılmış ki! Üstelik ben ilçemdeki bu tür basılı evraklarda ilk defa meclis üyesi arkadaşların listesini böyle kabartılmış resimler şeklinde gördüm, dediğimde bana:
- Renkler ve zevkler, tartışılabilinirmiş!
Dediğinde sadece gülümsedim, çok anlamsız bir konuşmaydı, tartışma alanına bile giremezdi, girmemeliydi! Partimiz, ortak kimliğimizdi çünkü bu kişiyle…
Konvoy öncesindeki posterimi araçlarına asmama konusunda verilen tepkiler karşısında gençlerin; ellerindeki makasları, delici cisimler gibi kullanma duygularını bastırmakta, çok zorlanmıştım! Heyecanlarının yerini, öfke ve kızgınlık almıştı! Oysa konvoy özlemleri, gerçekten yaşça çocuk sayılan gruptakilerin, çikolata ve şekere duyduğu özlem gibiydi! Bunu benimle defalarca paylamışlardı, konvoy yapma talebinde bulunmuşlardı…
Gün boyu kendi aralarındaki konuşmalarına, kulak kabarttığımda, gençlerin: “Vallah, başkanımın posterini yapıştırtmayan, ver onu sen bana diyen, koca koca adamların karnına; elimdeki makası, sokuveresim geldi oğlum! Zor tuttum kendimi!“ derken, dinleyen arkadaşının da:
“Aynen, ben de öyle düşündüm vallah!“ diye cevapladığını duydukça, çocukların adına, üzülüyordum! Çünkü biz çoook gün boyu birlikte çalışıp, akşamları birlikte sadece kahvaltı yapabildik bu çocuklarla. Diğer partili gençler anlaşmalı lokantalara gidip karnını doyururken, benden çorba isteyenlere karşı verebildiğim tek şey, ilçe teşkilatına dönerken çalışma sonunda, bir mandıraya uğramak, kahvaltı malzemeleri alarak, binaya gelmek hep birlikte. Onlar müzik dinlerken ben, küçük tüpün üstünde, hepimiz için çay yapıyordum, birlikte kahvaltı yapabiliyorduk ancak…
Onuruna yemek verilen eski bakanımız da henüz ağabeylerinden ayrılmamıştı o gece. Bu talihsiz konuşmalar kendisinin yanında yapılmıştı. O seçime on üç gün kala, yapılan son değerlendirmeler…
Kendileri o dönemde, parti meclisi üyesiydiler. Ağabeylerinin o geceki ortak kararı olan:
“adayımız çekilsin!“
Fikrini tek tek beyan etmelerinin ardından, eski bakanımız hepimizi dinledikten sonra:
- Dereyi geçerken at değiştirilmez, arkadaşlar! Bu önerinizi doğru bulmuyorum, demişlerdi sadece…
Hatta bu bakanımız bana birkaç gün öncesi de! İlçe teşkilatı binamızda, bir grup arkadaşın önünde, bir de şey demişti:
- Kadriye Hanım, annem size oy verecek!
Demişti, Sayın NESİN!
Ben partinin adayıyım, o da bakanlık yapmış bir büyüğümüz…
Ve ne ilginç değil mi? Annesinin bana oy vereceğini itiraf etme gereği duyuyordu, çok düşündürücü! ABD’nin Apo’yu paketleyip, DSP’nin kazanmasına çaba sarf ettiği günlerde; içimizden birileri de başka partinin değirmenine su taşımayı misyon edinebiliyormuş demek ki! Tarih tekerrürden ibaretmiş ya; her dönemde benzer olayları, gelişmeleri yaşamak olası! Şimdilerde de bir Sarıgül furfayası başlatılıyor, aynı amaçlarla ne yazık ki…
Bir hayli doluymuşum bu konuda; saat 17.00 gibiydi, kısacık not düşeyim diyerek başlamıştım bunları yazmaya, zorunlu bir iki ara vermemden sonra, bir daha başına geçtiğimde, birbiri ardınca sıra kapmaya çalışan, anılara öylesine kaptırmışım ki kendimi, oturduğum yerde kas katı kesilmeme rağmen, kalkamadım!
Saat 06.10 olmuş! Bunlar bende saklı kalsın diyerek; bilinçaltımın derinliklerine hapsettiğim ama küçücük bir fırsatta gün ışığına çıkmak için bekleyen ne çok söylenecek sözüm varmış oysa!
Yaşanınca birileri tarafından dikkate alınmayanlar, yazılınca sanki çok mu dikkat çekecek? Veya tekrarının olmaması konusunda, ilgili ve yetkililer, daha duyarlı davranıp, eşitlik ilkesinden yana; daha mı kararlı olacaklar sanki? Sanmıyorum! Benimkisi de eteğimdeki taşları dökerek, rahatlama istemimden öte, bir şey olmasa gerek!
Ama içimden gelen bu isteği de bastıramadım; her ne kadar kol kırılır, yen içinde kalıra sıcak baksam da! On yıl, beynimin derinliklerine hapsettiğimi sandıklarım, en ufak bir çatlaktan, nasıl da dışarı fışkırma, gün yüzüne çıkma hevesine kapıldılar. Bu gerekçeyle olsa gerek şu aralar, bu geceki gibi, çoook sabahladığım günler oldu çok! Size bu mektupları yazmaya başladığımdan beri, Sayın NESİN!
Devamı yarın, saygılarımla, hoşça kalın! www.kadriyecosar.blogspot.com

02.02.2010
Şimdi mektubumun, asıl kahramanına döneyim. Çatı katında Nurbeyan huzuru yakalamıştı. Yıllarca çatı katında oturduktan sonra, eşinin emeklilik ikramiyesi ile yeni bir ev satın alan, ev sahipleri de onları çok sevip, kendi çocukları gibi bağrına basmıştı. Istanbul’lu olan kiracısına ve eşine çaktırmadan, Nurbeyan’ın payına düşen kiranın yarısını almayıp, kendisine geri veriyormuş! Ev sahibi, kendisine:
- Amcan duymasın O biraz paragözdür, tatsızlık çıkarır sonra; diye de Nurbeyan’ı uyarma gereği duyuyormuş…
Nurbeyan böylece kiranın sadece 1/4ini ödemiş oluyordu. İkinci öğretim yılının başında birkaç görüşmemizde her şeyin yolunda olduğunu görünce, sevindim. Bu dönemde Nurbeyan aramayınca, gelip geçerken, ben de uğramaz olmuştum.
İlçemizdeki sinemanın açılışına gidip gitmemekte kararsız kalmıştım. Açılışı yapılacak sinema, evimize çok yakındı. Balkonuma kadar gelen sesler, orada sergilenecek siyasi gövde gösterilerini kaçırıp, sonradan başkalarından dinlemektense, gidip göreyim diyerek, evden çıktım. İğne atsan yere düşmez, denilecek bir kalabalık vardı. Çoluk çocuk, adım atmaya zorlanılacak bu ortamda, koşturmaya çalışıyordu.
Seçime üç gün kala, sinemanın açılışında izlemeye değer, siyasi gövde gösterileri yaşanıyordu. Belediye Başkan Adayının, yakın çevresinde bulunmak isteyenlerin durumu, bu ortamda koşuşturan çocuklara göre, daha zor görünüyordu. Ben bir iki tanıdıkla selamlaşıp, kıyıda köşede kalmayı, olan biteni izlemeyi tercih etmiştim. O sırada Nurbeyan’nın, kalabalığı yararak, bir taraftan da çocuk gibi el sallayarak, bana doğru gelmeye çalıştığını gördüm.
Ben de gülerek, el salladım. Geldi, boynuma sarıldı:
- Seni Allah çıkardı karşıma! Dedi…
- Seni gördüğüme ben de sevindim. Kaçak, nerelerdesin sen? Sesin soluğun çıkmaz oldu! Dedim.
- Sorma abla! Dedi…
- Ne oldu? Bir terslik mi, var yoksa? Dedim.
- Keşke bir terslik olsa. Hepsi üst üste geldi. Uzun uzun anlatıp hiç başını ağrıtmayayım. Durum içinden çıkılacak gibi değil. Bu sefer ver bir yol parası, kurtar beni ne olur abla! Dedi.
- Telefonumu, evimi biliyorsun, seni ne kadar sevdiğimi söylemeye gerek var mı? Dediğin gibiyse arardın, mutlaka! Aramadığına göre, durum o kadar kötü değildir, abartma dedim!
- Vallahi abla çok kötü! Bıktım artık, okumasam da olur! Deyince…
Kafeteryada boş masa bulma ihtimalimiz yoktu. Gürültüden, konuşmaları da zor anlaşılıyordu.
- Gel biz en iyisi dışarı çıkalım, daha rahat konuşuruz, dedim.
- Abla ben azıcık düzlüğe çıkınca seni aramadım ya! İşler tersine gitmeye başlayınca, hatamı anladım. Bu kez, başım sıkışınca da aramaya utandım!
- Olur mu öyle şey? Tabii ki sen yaşıtlarınla vakit geçireceksin. Ortada hata falan yok da senin sıkıntın ne? Ne oldu? Dedim.
- Bu sefer nasıl oldu anlayamadım, çok kısa bir sürede işler arapsaçına dönüverdi. Hiç çıkış yolu kalmadı artık. Boş ver anlatmak istemiyorum, bu durum seni de aşar; tek çözüm, benim bu durumdan sıyrılıp, eve gitmemde abla! Deyince sabrımı zorladı:
- Çocuklaşma lütfen! İşin sonuna gelmiş sayılıyorsun; birkaç ay sonra okulun bitecek! Sen gene en başa dönüp, pes etmeyi tercih ediyorsun! Çözülemeyecek bir durum değildir canım, abartma! Anlat bakalım, neymiş bu senin çözülmez artık dediklerin…
Derken, ses tonumdaki kararlılık karşısında ettiği laf; bu güne kadar birebir konuşmalarda, hiç kimseden, hiç duymadığım bir itiraf olmuştu! Birçok zorluklara göğüs gererek, okuma mücadelesi veren bu genç kızımız bana:
- Ben üç gün aç bile, kaldım abla yaaa! Cebimde beş kuruşum yok! Kaymakam Beyin tayini çıkıp, yeni Kaymakam Bey gelince, bilmiyorum neden, fondan yardım kesildi! Ev arkadaşım da kiranın, yarısını bile veremeyişimi bahane edip; başka kızların tuttuğu evde, boşalan odaya taşındı! Yengeye kalsa beni hiç kira almadan, sene sonuna kadar o evde idare eder ama O’na da kocası izin vermiyor:
Devamı yarın. Saygılarımla, hoşça kalın… www.kadriyecosar.blogspot.com

03.02.2010
“Arkadaşı gittiyse, ya yanına birisini bulsun veya O da çıksın diyormuş!“
Yanıma birisini bulmam çözüm olmaz! Benim eve, katkı yapabilme ihtimalim kalmadı! Ben bunlara nasıl çözüm bulayım? Seni de zor durumda bırakamam. En doğru karar, benim çekip gitmemde. Ama bu sefer de yol parası bulmam gene çok zor! Onun için boş ver, deyip anlatmak istemiyordum! Ağzımı o kadar çok yıkayıp, çalkalıyordum ki, nefesimin kokusu, o günlerde, beni bile rahatsız ediyordu! “Açlıktan nefesi kokuyor“ deniliyor ya! Doğruymuş, vallah abla! Şimdiki evde bulaşık karşılığı, kesin atılacak, artık yiyecekler de yoktu! İlk birkaç gün önceden alınmışlardan kalanlarla, idare ettim.
Bir simit bile almadığımın, üçüncü günüydü; okuldan çıkmış eve gidiyordum. Önümde pazardan dönen bir kadına takıldı gözüm. Şu Teyzenin pazar çantalarını alıp taşısam, acaba eve gidince:
“hadi gir bir çay iç, der mi?“
Veya elime biraz para sıkıştırır mı ki diye düşünmeye başladım? Baktım eve yaklaşıyorum. Ya Teyzenin de evi yakınlardaysa:
“sağ ol kızım, geldim zaten“
Diye çantalarını taşımama izin vermezse! Treni kaçırırsın bak, dedim kendi kendime! Aklıma gelen fikri değerlendirmek için hızlanıp; günü kurtarma hamlesiyle aniden yaklaşıp, çantalara yapışınca ben! Teyze korktu:
- Git kızım başımdan! Dedi…
- Olsun, eve gidiyordum, yardım edeyim, zorlanıyorsunuz! Dedim.
- Yaaa! İstemez, sağ ol! Ben de geldim zaten dedi…
“Başladın artık, bırakma peşini iyi bir insana benziyor diye düşündüm, ısrar ettim.“
- İkimiz tutalım ama dedi.
- Ben taşırım Teyze, deyince! Kadının sabrı bitti:
- Git başımdan be kızım! Kimsin? Nesin? Necisin? Hırlı mısın? Hırsız mısın? Ne bileyim ben! Kimselere güven mi kaldı? İki sokak ötede oturuyorum zaten, eve yaklaşmışken, durduk yerde bir bela istemiyorum, ben dedi! Şansımı denemeye devam ettim:
- Hayır, hayır! Siz beni yanlış anladınız! Dedim, tutuğum çantayı bırakmadım, abla...
Evin önünden geçerken de:
- Biz komşuyuz öyleyse, bakın ben de şu çatı katında oturuyorum. Yüksek Okulda öğrenciyim, ben dedim.
Tavrı biraz daha yumuşadı teyzenin, bana: - Aaa öyle mi? Ev sahibini tanıyorum ben, dedi.
- Çok iyi bir insan O, dedim.
Eve geldiğimizde:
- Hadi gel de beraber bir yorgunluk çayıyla, akşamüstü atıştırması yapalım. Allah ne verdiyse, madem öğrencisin sen, dedi.
Teşekkür edip, hemen kabul ettim. Sohbet içinde arkadaşımın, evden çıktığını, bursumun kesildiğini anlattım. Belki okulu bırakıp, memlekete döneceğimi söyledim.
- Olmaz öyle şey! Yanlış düşünüyorsun, dedi.
O günden sonra, bazen O Teyze, bazen bizim apartmanda oturanlar zilimi çalıp, bana birer tabak yemek verdiği oluyor da:
“elden gelen öğün olmaz, o da vaktinde bulunmaz“
Diye bir atasözü var ya abla, aynen o hesap oldu:
“O üç günkü“
Gibi olmadı bir daha ama buldukça yemek de olmuyor ki abla. Üstelik onun da bir garantisi yok ki! Hadi gene bir tezgâhtarlık falan arasam diyorum, hemen bulamam! Bulsam da kirayı ödemem mümkün değil zaten!
Boş ver abla yaaa! En doğrusu benim çekip, gitmem! Bu kez, sen de hiç kendini yorma; bana bir bilet al! Başka bir şey istemiyorum, inan ki dayanacak gücüm de kalmadı zaten!
Dediğinde, O’na hiç açıklama yapmadan:
- Bunları sonra konuşuruz, gel başkanın yanına gidelim dedim. Ortamdan yararlanmak için; Belediye Başkanının yanına, bu kez biz gittik. Başkanın etrafındaki kalabalığı itekleyerek kendime açtığım yolda, Nurbeyan’nın da elini bırakmadan ilerleyip, hedef noktaya ulaşıp, konuşmaları bölerek, söze daldım:
O anda bir genç kızın:
Devamı yarın, saygılarımla, hoşça kalın! www.kadriyecosar.blogspot.com
04.02.2010
“Üç gün aç kaldığını itiraf etmesinden daha önemli, daha öncelikli, ne olabilirdi ki!“ diye düşünerek…
Başladığım cümlenin sonu gelmeden; Başkanın bakışlarından, yanıldığımı anlamakla kalmayıp, teyidini de kendisinden, sözlü olarak almış oldum. Aramızda başlayan ama istediğim gibi bitmeyen konuşmamız, şöyle olmuştu, kendisine:
- Başkanım, size başarılar dilerim! Şu anda, burada öğrendiğim bir konuyu, sizinle paylaşmak zorundayım, dedim.
- Tabii Hocam! Buyurun, dedi.
- Kızımız Yüksek Okul ikinci sınıf öğrencisi. İlk günden beri, birçok zorlukları aşarak, bugüne gelmişken; giden kaymakamımız döneminde kendisine verilen burs, bu dönemde kesilmiş! O yardım olmazsa, okuma şansı, olmama aşamasına geliyor! Yeni gelen Kaymakam Bey’le tanışma fırsatım olmadı. Biraz sonra açılışa geleceklerdir. Program sonrası da belki siz, kendisiyle bir süre birlikte olursunuz. Lütfen, kesilen şu burs olayını konuşmak için kızımız adına, yeni kaymakamımızdan acil bir randevu almamıza, yardımcı olur musunuz? Diyecektim…
Çok zor durumda olduğunu, açılışa gelince öğrendim. Biz aynı taleple gittiğimizde, malum prosedürler dolayısıyla, sekretere bilgi verip, bize geri dönmesini bekleyeceğiz bildiğiniz gibi!
Hemen bugün bir randevu ayarlamanızı, rica edecektik! Dedim…
Beni sabırsızlıkla da olsa dinleme nezaketi gösterdi, belediye başkan adayımız, ancak:
- Hocam, telaşımı görüyorsun! Üstelik bu durumları yakından bilen birisisin! Sırası mı şimdi? Şu telaşı hayırlısıyla bir atlatalım, sonra konuşuruz bunları, dedi…
Bir dönem daha belediye başkanlığını kazanma çabaları içinde olan, sosyal demokrat olduğunu söyleyerek; ilçedeki CHP’lilerin de çoğunun oyunu alabilmeyi başaran, bu başkan adayımız…
- Ben anlatamadım galiba! Kızımızın zorluk derecesi:
“Yakın geçmişte; üç gün aç kalma!“
Gibi acımasız bir gerçekle sonuçlanınca! Bu burs olayının, kesilme nedenini, hemen bugün öğrenmemiz gerektiğinden, sizinle paylaşmıştım. Üç gün seçim heyecanını ve sonrasını bekleme durumu, kesinlikle olamaz! Dedim, o da bana:
- Bu aralarda benden, özel ricalarda bulunmayın, lütfen! Söz, sonra gelin görüşelim! Dedi… Benim kendi adına kimseden, özel bir ricada bulunma gibi bir tavrım, çok şükür! Bu güne kadar hiç olmadı!
Dağa doğru yürünecek iki kilometre yolu olan. O yola kadar da ilçemden, başka köylerin dolmuşlarıyla gidip, gelerek. Köyümün ana yolunda indikten sonra, dağa doğru, ıssız bahçelerin arasından açılmış olan; köy yolunu yürüyerek… Gerektiğinde yolda tek başımayken, üzerime kudurmuşçasına havlayarak gelen köpeklerle, mücadele ederek üstelik…
Çok ilginçtir! Karşıma çıkması, kaçınılmaz olan bu köpekler için sabahları evimden çıkmadan önce; saldırıları karşısında, kendilerine atarak, onları oyalayıp, zaman kazanabilmek için, yanıma yiyecek alırdım! Hiç olmazsa bu köpeklere atabilecek, birkaç parça kuru ekmek bulundururdum, çantamda…
Öğrencilerimin çocuklarını okuttuğum yıllara kadar, aynı köyde öğretmenlik yaparak, emekli oldum!
Kimseden de hiçbir özel ricam, olmadan!
Oysa bu zorlu koşullarda görev yaparken; özel ricada bulanabileceğim, özellikle de tayin konusunda, bir telefonlarının çözüm getireceği, birçok kişiyi tanıma fırsatım olmuştu, yıllar sonra…
Şimdi, Bir Gün Gazetesinde “Kuzey Mektupları Köşesine“ Stockholm’den yazılarını gönderen kızım Evrim Coşar, o zamanlarda henüz on yaşındaydı.
Devamı yarın, saygılarımla, hoşça kalın! www.kadriyecosar.blogspot.com

05.02.2010
İlçe çapında başlattığı imza kampanyası ile “çevre koruma çalışmaları“ çok ses getirmiş, yazılı ve görsel basında çok ilgi görmüştü. “Bu dünya size atalarınızdan miras kalmadı; onu biz çocuklardan emanet aldınız!“ Ozon tabakası delindi, denizler kirlendi, nehirler zehirlendi, balıkların toplu haldeki ölümleri beni bir çocuk olarak, çok endişelendiriyor! Bu kötü gidişatın sonuçlarından korkmanın ötesinde, rüyalarımda görünce; endişem ve korkum katlanarak artıyor! Diyerek, çevre kirliliği konusundaki düşüncelerini basın aracılığıyla paylaşması, kısa bir sürede medyanın ilgi odağı olmasına sebep olmuştu.
O dönemde, tek kanaldan televizyon yayınları yapılıyordu. Uğur Dündar’ın Hodri Meydan programını kilitlenmişçesine, kitleler halinde izliyorduk. O programa kızımın üst üste üç hafta konuk olması, kendisinin de henüz on yaşında olmasının da etkisiyle. Üzerindeki ilgiyi, yoğunlaştırmıştı! O günlerde duygu ve düşüncelerini bir şiirde bence çok güzel anlatmıştı. On yaşındayken, yazmış olduğu şiirini sizinle paylaşayım:
YA BİR GÜN
Ya bir gün çocuğum,
Anne anlat bana denizin mavisini derse
Ya bir gün çocuğum,
Anne anlat bana ormanı derse
Ya bir gün çocuğum,
Anne anlat bana balığı derse,
Ne diyeceğim amca?
Madem kirlettin denizimi!
Yok, ettin balığımı!
Tükettin ormanımı!
Söyle ne diyeceğim?
Evrim COŞAR

TBMM’den aldığı davete, gene Uğur Dündar’la katılıp, TBMM’de yapılan programdan sonra, o dönemin iktidarındaki birçok Milletvekili ve Bakanlarıyla tanışma fırsatı yaratmıştı bize. Tanıştık, bir süre kızımla telefonla görüşenleri de olmuştu.
Hatta dönemin, Milli Eğitim Bakanı Avni Akyol, bunların içinde kızımı en çok sevenlerinden biriydi. Çalışmalarında kendisini yüreklendirmek için zamanının Vakıflar Bankası Genel Müdürü, İsmet Alver Beyin de katkılarıyla; Comodere 64 Marka bir bilgisayarla, uzun yıllar kendisine kaynak olabilecek, çeşitli kitaplar! Otuzlu yaşlarında kullanabileceği, klasik bir kol saati ve dolma kalemin üzerine de ismini yazdırarak, armağan etmişlerdi. Yirmi yıl, bu anlamlı ve özel hediyeleri, kızım için özenle sakladım! Danışmanının, özel telefonunu verip, “Murat Ağabeyini, bu numaradan istediğin zaman arayabilirsin“, demişlerdi!
O zaman da benim kimseden özel ricam, olmamıştı! Üstelik uzun yılardan beri zor koşullarda çalışan bir köy öğretmeniydim…
Öyle ki birebir yapılan telefonlarda kızım on yaşında bir çocuk masumiyetiyle; “Annem köye gidip geliyor, köyünün ulaşımını sağlayacak bir dolmuşu bile yok! Annem yolda çok uzun süre başka köylerin dolmuşu gelsin diye bekleyince; eve geldiğinde çok yorgun ve sinirli oluyor, demişti!“ bir keresinde.
Evrim’e karşı daha dikkatli olmak zorundayız. Baksana, hanımefendi bizi, Meclisteki dostlarına şikâyet edecek baksana, deyip gülmüştük!
Bir süre sonra evimize gelen telefonda; bu konuda bana yardımcı olabilecekleri söylenilmişti! Ben de:
- Evet on bir yıldır aynı köyde çalışıyorum. Merkezde bir okulda görevlendirilmek için yasal hakkım olan sıramı takip ediyorum. Ancak her yıl, torpilli meslektaşlarımızın araya girmesinden, maalesef sıranın, ağır aksak işlediğini! Buna neden olanları, yeri zamanı geldiğinde kıyasıya eleştirdiğimi!
Tarafıma yapılan bu yardımın da torpil olacağından! Bu ayrımı kabul ettiğimde, kendimle çelişmenin ötesinde, benimle birlikte yıllardır sıra bekleyen arkadaşlarımın hakkını gasp etmiş olacağımdan. Bu duygu ve düşünceyle de haksız yere gitmiş olduğum yeni görev yerimde huzurlu olamayacağımı. Kendileriyle paylaşıp, teşekkür ederek, kabul etmediğimde aldığım cevap:
Devamı yarın, saygılarımla, hoşça kalın! www.kadriyecosar.blogspot.com

06.02.2010
- Siz bilirsiniz! Evrim telefonda çalışma koşullarınızı anlatınca, teklif etme gereği duymuştuk.
Yalnız bu güne kadar böyle bir devlet memuru görmediğimizi söyleyeyim, size! Aldığım cevap, beni de şaşırttı denilmişti!
Bunu niye yazdım? Kendimle çelişmekten rahatsız olmanın ötesinde, eşitlik mücadelesi verirken kendi çapımda! Bir kereyle, bir şey olmaz canım! Ben bunu çoktan hak etmiştim zaten diyemeyip; yanlışları görerek, demokratik yollardan mücadelemi vermeyi, bağlı bulunduğum ilkelerden ödün vermemeyi, daha onurlu saydım! Sonra da bu şartlar altında, Demokratik mücadelemde yıllarca bir arpa boyu yol alamadan, uzun yıllar aynı köyde çalışarak, emekli oldum!
Kendim için hiçbir zaman, hiç kimseden, özel bir ricam olmadığı gibi doğruluğuna inanmadıklarımı da teşekkür ederek; kabul etmediğim olmuştur!
O gün bana, bir genç kızın üç gün aç kaldığını paylaştıktan sonra kendisinden, Kaymakamlıktan alınacak bir randevu talebimize karşın, bana:
- Şimdi benden özel ricalarda bulunmayın, lütfen diyebilen!
Belediye Başkan Adayına; özel ricalara karşı takındığım tavrımı ve duruşumu anlatabilme adına; bizimle paylaşabileceği zamanı olmayan arkadaşla, bunları paylaşmak isterdim! Özel ricalar konusundaki yaklaşımımı tartışmak isterdim kendisiyle ama olmadı! Bari sizinle paylaşıp, rahatlayayım Sayın NESİN…
Yakın çevremdekilerin, hatta meslektaşlarımın bu konudaki ilginç fikirlerini de paylaşayım sizinle:
- Senin yaptığına da enayilik denir, hiç kusura bakma!
Şeklinde olmuştu! Gelen telefon ve karşılıklı konuşmaları paylaştığımda…
Biz, doğruluğun ve dürüstlüğün adını enayilikle, özdeşleştirmeye başladığımızdan bu yana, bizi biz yapan değerlerimizden, geri kazanılması olası görünmeyen biçimde uzaklaşıyoruz! Sayın NESİN!
Ama Nurbeyan'ların çığlıklarını duymak, hepimizin görev ve sorumluluğu olduğuna inanıyorum!
O gün Kaymakam Beyle görüşmemizde, zaman kazanmak istiyordum. Başkanın, sinemanın açılışındaki kalabalık, çok fazla kişiyle konuşmuş olmanın verdiği bir yorgunluktan dolayı. Olayın geçmişini bilmediğinden, belki de ne istediğimizi anlayamadığını, düşünüp. Eşiyle, kadın kadına konuşup, olayı hızlandırabilmek için arayışımı sürdürdüm! Kalabalığı tarayıp gözlerimle, kendisini aradım. Onun da çevresinde, kalabalık bir grup kadının olduğunu gördüm.
Gittim…
Selamlaştım…
Tane tane…
Tek tek…
Anlaşılır olmasına çok özen göstererek…
Özetledim, durumu…
Bu işleri bilmeyen biri değilsin…
Sırası mı şimdi? Arkadaş!
Yanıtını ikinci kez alınca…
Sinemanın açılışında kalarak zaman kaybetmektense, kaymakamlığa gidip, randevu için sıraya girmeyi, daha doğru buldum!
Sekretere durumu anlattık:
- Bugün, Kaymakam Bey’le, sadece beş dakika, mutlaka ama mutlaka, görüşmek zorundayız! Lütfen, yardımcı olun! Dedim.
- Kaymakam Bey, açılışa gittiler. Dönüşte de muhtarlarla toplantısı var. Arkasından, Şoförler Derneğinden, konukları olacak. Sizi araya almam mümkün değil. Ama beklerseniz, şu kadar saattir bekliyorlar. Beş dakika görüşmeniz mümkün müdür? Diye sorarım! Hayır, çıkmam gerekiyor, derse! Ben ne yapabilirim ki?
İsterseniz bekleyin. Görüşmeleri ne kadar sürer onu da bilemem, dedi sekreter bayan!
Bilindik, klasik, çok sık tekrarlanan, bir yanıt!
Biz zaten böyle olmaması için başkan ve eşinden, ricada bulunmuştuk ama…
Yapılacak başka alternatifimiz olmadığı için görüşme için adımızı yazdırıp, gitmektense. Görüşmelerin kısa sürmesi ve talebimizin kabul görmesi umuduyla, sekreterin de bizi çok rahat görebilip, haber verebilmesini hesaplayarak, uygun gördüğümüz bir bankta oturup, beklemeye başlamıştık!
Tam tamına iki buçuk saat oturmak zorunda kalmıştık, o bankta! Aynı katta mal müdürlüğü ve başka birimler de vardı. O süre içinde o kadar çok kişi gelip gitti ki o salona. Bizi gören herkes, gözlerini kısarak bize bakmakla kalmayıp; yanlış mı gördüm? Acaba merakıyla, kafasını çevirip, ikinci kez bizi daha dikkatli süzerek, emin olmaya çalışan, bakışları da unutamadım. Unutmam da mümkün değil!
Devamı haftaya, saygılarımla, hoşça kalın! www.kadriyecosar.blogspot.com
O1.02.2010
- El insaf deyimi çuk diye oturur; bu haksız ve anlamsız ifadenin karşısına. Bak geçmiş yıllara ait olanları da dosyamda mevcut, hangisi bundan daha özenle basılmış ki! Üstelik ben ilçemdeki bu tür basılı evraklarda ilk defa meclis üyesi arkadaşların listesini böyle kabartılmış resimler şeklinde gördüm, dediğimde bana:
- Renkler ve zevkler, tartışılabilinirmiş!
Dediğinde sadece gülümsedim, çok anlamsız bir konuşmaydı, tartışma alanına bile giremezdi, girmemeliydi! Partimiz, ortak kimliğimizdi çünkü bu kişiyle…
Konvoy öncesindeki posterimi araçlarına asmama konusunda verilen tepkiler karşısında gençlerin; ellerindeki makasları, delici cisimler gibi kullanma duygularını bastırmakta, çok zorlanmıştım! Heyecanlarının yerini, öfke ve kızgınlık almıştı! Oysa konvoy özlemleri, gerçekten yaşça çocuk sayılan gruptakilerin, çikolata ve şekere duyduğu özlem gibiydi! Bunu benimle defalarca paylamışlardı, konvoy yapma talebinde bulunmuşlardı…
Gün boyu kendi aralarındaki konuşmalarına, kulak kabarttığımda, gençlerin: “Vallah, başkanımın posterini yapıştırtmayan, ver onu sen bana diyen, koca koca adamların karnına; elimdeki makası, sokuveresim geldi oğlum! Zor tuttum kendimi!“ derken, dinleyen arkadaşının da:
“Aynen, ben de öyle düşündüm vallah!“ diye cevapladığını duydukça, çocukların adına, üzülüyordum! Çünkü biz çoook gün boyu birlikte çalışıp, akşamları birlikte sadece kahvaltı yapabildik bu çocuklarla. Diğer partili gençler anlaşmalı lokantalara gidip karnını doyururken, benden çorba isteyenlere karşı verebildiğim tek şey, ilçe teşkilatına dönerken çalışma sonunda, bir mandıraya uğramak, kahvaltı malzemeleri alarak, binaya gelmek hep birlikte. Onlar müzik dinlerken ben, küçük tüpün üstünde, hepimiz için çay yapıyordum, birlikte kahvaltı yapabiliyorduk ancak…
Onuruna yemek verilen eski bakanımız da henüz ağabeylerinden ayrılmamıştı o gece. Bu talihsiz konuşmalar kendisinin yanında yapılmıştı. O seçime on üç gün kala, yapılan son değerlendirmeler…
Kendileri o dönemde, parti meclisi üyesiydiler. Ağabeylerinin o geceki ortak kararı olan:
“adayımız çekilsin!“
Fikrini tek tek beyan etmelerinin ardından, eski bakanımız hepimizi dinledikten sonra:
- Dereyi geçerken at değiştirilmez, arkadaşlar! Bu önerinizi doğru bulmuyorum, demişlerdi sadece…
Hatta bu bakanımız bana birkaç gün öncesi de! İlçe teşkilatı binamızda, bir grup arkadaşın önünde, bir de şey demişti:
- Kadriye Hanım, annem size oy verecek!
Demişti, Sayın NESİN!
Ben partinin adayıyım, o da bakanlık yapmış bir büyüğümüz…
Ve ne ilginç değil mi? Annesinin bana oy vereceğini itiraf etme gereği duyuyordu, çok düşündürücü! ABD’nin Apo’yu paketleyip, DSP’nin kazanmasına çaba sarf ettiği günlerde; içimizden birileri de başka partinin değirmenine su taşımayı misyon edinebiliyormuş demek ki! Tarih tekerrürden ibaretmiş ya; her dönemde benzer olayları, gelişmeleri yaşamak olası! Şimdilerde de bir Sarıgül furfayası başlatılıyor, aynı amaçlarla ne yazık ki…
Bir hayli doluymuşum bu konuda; saat 17.00 gibiydi, kısacık not düşeyim diyerek başlamıştım bunları yazmaya, zorunlu bir iki ara vermemden sonra, bir daha başına geçtiğimde, birbiri ardınca sıra kapmaya çalışan, anılara öylesine kaptırmışım ki kendimi, oturduğum yerde kas katı kesilmeme rağmen, kalkamadım!
Saat 06.10 olmuş! Bunlar bende saklı kalsın diyerek; bilinçaltımın derinliklerine hapsettiğim ama küçücük bir fırsatta gün ışığına çıkmak için bekleyen ne çok söylenecek sözüm varmış oysa!
Yaşanınca birileri tarafından dikkate alınmayanlar, yazılınca sanki çok mu dikkat çekecek? Veya tekrarının olmaması konusunda, ilgili ve yetkililer, daha duyarlı davranıp, eşitlik ilkesinden yana; daha mı kararlı olacaklar sanki? Sanmıyorum! Benimkisi de eteğimdeki taşları dökerek, rahatlama istemimden öte, bir şey olmasa gerek!
Ama içimden gelen bu isteği de bastıramadım; her ne kadar kol kırılır, yen içinde kalıra sıcak baksam da! On yıl, beynimin derinliklerine hapsettiğimi sandıklarım, en ufak bir çatlaktan, nasıl da dışarı fışkırma, gün yüzüne çıkma hevesine kapıldılar. Bu gerekçeyle olsa gerek şu aralar, bu geceki gibi, çoook sabahladığım günler oldu çok! Size bu mektupları yazmaya başladığımdan beri, Sayın NESİN!
Devamı yarın, saygılarımla, hoşça kalın! www.kadriyecosar.blogspot.com

02.02.2010
Şimdi mektubumun, asıl kahramanına döneyim. Çatı katında Nurbeyan huzuru yakalamıştı. Yıllarca çatı katında oturduktan sonra, eşinin emeklilik ikramiyesi ile yeni bir ev satın alan, ev sahipleri de onları çok sevip, kendi çocukları gibi bağrına basmıştı. Istanbul’lu olan kiracısına ve eşine çaktırmadan, Nurbeyan’ın payına düşen kiranın yarısını almayıp, kendisine geri veriyormuş! Ev sahibi, kendisine:
- Amcan duymasın O biraz paragözdür, tatsızlık çıkarır sonra; diye de Nurbeyan’ı uyarma gereği duyuyormuş…
Nurbeyan böylece kiranın sadece 1/4ini ödemiş oluyordu. İkinci öğretim yılının başında birkaç görüşmemizde her şeyin yolunda olduğunu görünce, sevindim. Bu dönemde Nurbeyan aramayınca, gelip geçerken, ben de uğramaz olmuştum.
İlçemizdeki sinemanın açılışına gidip gitmemekte kararsız kalmıştım. Açılışı yapılacak sinema, evimize çok yakındı. Balkonuma kadar gelen sesler, orada sergilenecek siyasi gövde gösterilerini kaçırıp, sonradan başkalarından dinlemektense, gidip göreyim diyerek, evden çıktım. İğne atsan yere düşmez, denilecek bir kalabalık vardı. Çoluk çocuk, adım atmaya zorlanılacak bu ortamda, koşturmaya çalışıyordu.
Seçime üç gün kala, sinemanın açılışında izlemeye değer, siyasi gövde gösterileri yaşanıyordu. Belediye Başkan Adayının, yakın çevresinde bulunmak isteyenlerin durumu, bu ortamda koşuşturan çocuklara göre, daha zor görünüyordu. Ben bir iki tanıdıkla selamlaşıp, kıyıda köşede kalmayı, olan biteni izlemeyi tercih etmiştim. O sırada Nurbeyan’nın, kalabalığı yararak, bir taraftan da çocuk gibi el sallayarak, bana doğru gelmeye çalıştığını gördüm.
Ben de gülerek, el salladım. Geldi, boynuma sarıldı:
- Seni Allah çıkardı karşıma! Dedi…
- Seni gördüğüme ben de sevindim. Kaçak, nerelerdesin sen? Sesin soluğun çıkmaz oldu! Dedim.
- Sorma abla! Dedi…
- Ne oldu? Bir terslik mi, var yoksa? Dedim.
- Keşke bir terslik olsa. Hepsi üst üste geldi. Uzun uzun anlatıp hiç başını ağrıtmayayım. Durum içinden çıkılacak gibi değil. Bu sefer ver bir yol parası, kurtar beni ne olur abla! Dedi.
- Telefonumu, evimi biliyorsun, seni ne kadar sevdiğimi söylemeye gerek var mı? Dediğin gibiyse arardın, mutlaka! Aramadığına göre, durum o kadar kötü değildir, abartma dedim!
- Vallahi abla çok kötü! Bıktım artık, okumasam da olur! Deyince…
Kafeteryada boş masa bulma ihtimalimiz yoktu. Gürültüden, konuşmaları da zor anlaşılıyordu.
- Gel biz en iyisi dışarı çıkalım, daha rahat konuşuruz, dedim.
- Abla ben azıcık düzlüğe çıkınca seni aramadım ya! İşler tersine gitmeye başlayınca, hatamı anladım. Bu kez, başım sıkışınca da aramaya utandım!
- Olur mu öyle şey? Tabii ki sen yaşıtlarınla vakit geçireceksin. Ortada hata falan yok da senin sıkıntın ne? Ne oldu? Dedim.
- Bu sefer nasıl oldu anlayamadım, çok kısa bir sürede işler arapsaçına dönüverdi. Hiç çıkış yolu kalmadı artık. Boş ver anlatmak istemiyorum, bu durum seni de aşar; tek çözüm, benim bu durumdan sıyrılıp, eve gitmemde abla! Deyince sabrımı zorladı:
- Çocuklaşma lütfen! İşin sonuna gelmiş sayılıyorsun; birkaç ay sonra okulun bitecek! Sen gene en başa dönüp, pes etmeyi tercih ediyorsun! Çözülemeyecek bir durum değildir canım, abartma! Anlat bakalım, neymiş bu senin çözülmez artık dediklerin…
Derken, ses tonumdaki kararlılık karşısında ettiği laf; bu güne kadar birebir konuşmalarda, hiç kimseden, hiç duymadığım bir itiraf olmuştu! Birçok zorluklara göğüs gererek, okuma mücadelesi veren bu genç kızımız bana:
- Ben üç gün aç bile, kaldım abla yaaa! Cebimde beş kuruşum yok! Kaymakam Beyin tayini çıkıp, yeni Kaymakam Bey gelince, bilmiyorum neden, fondan yardım kesildi! Ev arkadaşım da kiranın, yarısını bile veremeyişimi bahane edip; başka kızların tuttuğu evde, boşalan odaya taşındı! Yengeye kalsa beni hiç kira almadan, sene sonuna kadar o evde idare eder ama O’na da kocası izin vermiyor:
Devamı yarın. Saygılarımla, hoşça kalın… www.kadriyecosar.blogspot.com

03.02.2010
“Arkadaşı gittiyse, ya yanına birisini bulsun veya O da çıksın diyormuş!“
Yanıma birisini bulmam çözüm olmaz! Benim eve, katkı yapabilme ihtimalim kalmadı! Ben bunlara nasıl çözüm bulayım? Seni de zor durumda bırakamam. En doğru karar, benim çekip gitmemde. Ama bu sefer de yol parası bulmam gene çok zor! Onun için boş ver, deyip anlatmak istemiyordum! Ağzımı o kadar çok yıkayıp, çalkalıyordum ki, nefesimin kokusu, o günlerde, beni bile rahatsız ediyordu! “Açlıktan nefesi kokuyor“ deniliyor ya! Doğruymuş, vallah abla! Şimdiki evde bulaşık karşılığı, kesin atılacak, artık yiyecekler de yoktu! İlk birkaç gün önceden alınmışlardan kalanlarla, idare ettim.
Bir simit bile almadığımın, üçüncü günüydü; okuldan çıkmış eve gidiyordum. Önümde pazardan dönen bir kadına takıldı gözüm. Şu Teyzenin pazar çantalarını alıp taşısam, acaba eve gidince:
“hadi gir bir çay iç, der mi?“
Veya elime biraz para sıkıştırır mı ki diye düşünmeye başladım? Baktım eve yaklaşıyorum. Ya Teyzenin de evi yakınlardaysa:
“sağ ol kızım, geldim zaten“
Diye çantalarını taşımama izin vermezse! Treni kaçırırsın bak, dedim kendi kendime! Aklıma gelen fikri değerlendirmek için hızlanıp; günü kurtarma hamlesiyle aniden yaklaşıp, çantalara yapışınca ben! Teyze korktu:
- Git kızım başımdan! Dedi…
- Olsun, eve gidiyordum, yardım edeyim, zorlanıyorsunuz! Dedim.
- Yaaa! İstemez, sağ ol! Ben de geldim zaten dedi…
“Başladın artık, bırakma peşini iyi bir insana benziyor diye düşündüm, ısrar ettim.“
- İkimiz tutalım ama dedi.
- Ben taşırım Teyze, deyince! Kadının sabrı bitti:
- Git başımdan be kızım! Kimsin? Nesin? Necisin? Hırlı mısın? Hırsız mısın? Ne bileyim ben! Kimselere güven mi kaldı? İki sokak ötede oturuyorum zaten, eve yaklaşmışken, durduk yerde bir bela istemiyorum, ben dedi! Şansımı denemeye devam ettim:
- Hayır, hayır! Siz beni yanlış anladınız! Dedim, tutuğum çantayı bırakmadım, abla...
Evin önünden geçerken de:
- Biz komşuyuz öyleyse, bakın ben de şu çatı katında oturuyorum. Yüksek Okulda öğrenciyim, ben dedim.
Tavrı biraz daha yumuşadı teyzenin, bana: - Aaa öyle mi? Ev sahibini tanıyorum ben, dedi.
- Çok iyi bir insan O, dedim.
Eve geldiğimizde:
- Hadi gel de beraber bir yorgunluk çayıyla, akşamüstü atıştırması yapalım. Allah ne verdiyse, madem öğrencisin sen, dedi.
Teşekkür edip, hemen kabul ettim. Sohbet içinde arkadaşımın, evden çıktığını, bursumun kesildiğini anlattım. Belki okulu bırakıp, memlekete döneceğimi söyledim.
- Olmaz öyle şey! Yanlış düşünüyorsun, dedi.
O günden sonra, bazen O Teyze, bazen bizim apartmanda oturanlar zilimi çalıp, bana birer tabak yemek verdiği oluyor da:
“elden gelen öğün olmaz, o da vaktinde bulunmaz“
Diye bir atasözü var ya abla, aynen o hesap oldu:
“O üç günkü“
Gibi olmadı bir daha ama buldukça yemek de olmuyor ki abla. Üstelik onun da bir garantisi yok ki! Hadi gene bir tezgâhtarlık falan arasam diyorum, hemen bulamam! Bulsam da kirayı ödemem mümkün değil zaten!
Boş ver abla yaaa! En doğrusu benim çekip, gitmem! Bu kez, sen de hiç kendini yorma; bana bir bilet al! Başka bir şey istemiyorum, inan ki dayanacak gücüm de kalmadı zaten!
Dediğinde, O’na hiç açıklama yapmadan:
- Bunları sonra konuşuruz, gel başkanın yanına gidelim dedim. Ortamdan yararlanmak için; Belediye Başkanının yanına, bu kez biz gittik. Başkanın etrafındaki kalabalığı itekleyerek kendime açtığım yolda, Nurbeyan’nın da elini bırakmadan ilerleyip, hedef noktaya ulaşıp, konuşmaları bölerek, söze daldım:
O anda bir genç kızın:
Devamı yarın, saygılarımla, hoşça kalın! www.kadriyecosar.blogspot.com
04.02.2010
“Üç gün aç kaldığını itiraf etmesinden daha önemli, daha öncelikli, ne olabilirdi ki!“ diye düşünerek…
Başladığım cümlenin sonu gelmeden; Başkanın bakışlarından, yanıldığımı anlamakla kalmayıp, teyidini de kendisinden, sözlü olarak almış oldum. Aramızda başlayan ama istediğim gibi bitmeyen konuşmamız, şöyle olmuştu, kendisine:
- Başkanım, size başarılar dilerim! Şu anda, burada öğrendiğim bir konuyu, sizinle paylaşmak zorundayım, dedim.
- Tabii Hocam! Buyurun, dedi.
- Kızımız Yüksek Okul ikinci sınıf öğrencisi. İlk günden beri, birçok zorlukları aşarak, bugüne gelmişken; giden kaymakamımız döneminde kendisine verilen burs, bu dönemde kesilmiş! O yardım olmazsa, okuma şansı, olmama aşamasına geliyor! Yeni gelen Kaymakam Bey’le tanışma fırsatım olmadı. Biraz sonra açılışa geleceklerdir. Program sonrası da belki siz, kendisiyle bir süre birlikte olursunuz. Lütfen, kesilen şu burs olayını konuşmak için kızımız adına, yeni kaymakamımızdan acil bir randevu almamıza, yardımcı olur musunuz? Diyecektim…
Çok zor durumda olduğunu, açılışa gelince öğrendim. Biz aynı taleple gittiğimizde, malum prosedürler dolayısıyla, sekretere bilgi verip, bize geri dönmesini bekleyeceğiz bildiğiniz gibi!
Hemen bugün bir randevu ayarlamanızı, rica edecektik! Dedim…
Beni sabırsızlıkla da olsa dinleme nezaketi gösterdi, belediye başkan adayımız, ancak:
- Hocam, telaşımı görüyorsun! Üstelik bu durumları yakından bilen birisisin! Sırası mı şimdi? Şu telaşı hayırlısıyla bir atlatalım, sonra konuşuruz bunları, dedi…
Bir dönem daha belediye başkanlığını kazanma çabaları içinde olan, sosyal demokrat olduğunu söyleyerek; ilçedeki CHP’lilerin de çoğunun oyunu alabilmeyi başaran, bu başkan adayımız…
- Ben anlatamadım galiba! Kızımızın zorluk derecesi:
“Yakın geçmişte; üç gün aç kalma!“
Gibi acımasız bir gerçekle sonuçlanınca! Bu burs olayının, kesilme nedenini, hemen bugün öğrenmemiz gerektiğinden, sizinle paylaşmıştım. Üç gün seçim heyecanını ve sonrasını bekleme durumu, kesinlikle olamaz! Dedim, o da bana:
- Bu aralarda benden, özel ricalarda bulunmayın, lütfen! Söz, sonra gelin görüşelim! Dedi… Benim kendi adına kimseden, özel bir ricada bulunma gibi bir tavrım, çok şükür! Bu güne kadar hiç olmadı!
Dağa doğru yürünecek iki kilometre yolu olan. O yola kadar da ilçemden, başka köylerin dolmuşlarıyla gidip, gelerek. Köyümün ana yolunda indikten sonra, dağa doğru, ıssız bahçelerin arasından açılmış olan; köy yolunu yürüyerek… Gerektiğinde yolda tek başımayken, üzerime kudurmuşçasına havlayarak gelen köpeklerle, mücadele ederek üstelik…
Çok ilginçtir! Karşıma çıkması, kaçınılmaz olan bu köpekler için sabahları evimden çıkmadan önce; saldırıları karşısında, kendilerine atarak, onları oyalayıp, zaman kazanabilmek için, yanıma yiyecek alırdım! Hiç olmazsa bu köpeklere atabilecek, birkaç parça kuru ekmek bulundururdum, çantamda…
Öğrencilerimin çocuklarını okuttuğum yıllara kadar, aynı köyde öğretmenlik yaparak, emekli oldum!
Kimseden de hiçbir özel ricam, olmadan!
Oysa bu zorlu koşullarda görev yaparken; özel ricada bulanabileceğim, özellikle de tayin konusunda, bir telefonlarının çözüm getireceği, birçok kişiyi tanıma fırsatım olmuştu, yıllar sonra…
Şimdi, Bir Gün Gazetesinde “Kuzey Mektupları Köşesine“ Stockholm’den yazılarını gönderen kızım Evrim Coşar, o zamanlarda henüz on yaşındaydı.
Devamı yarın, saygılarımla, hoşça kalın! www.kadriyecosar.blogspot.com

05.02.2010
İlçe çapında başlattığı imza kampanyası ile “çevre koruma çalışmaları“ çok ses getirmiş, yazılı ve görsel basında çok ilgi görmüştü. “Bu dünya size atalarınızdan miras kalmadı; onu biz çocuklardan emanet aldınız!“ Ozon tabakası delindi, denizler kirlendi, nehirler zehirlendi, balıkların toplu haldeki ölümleri beni bir çocuk olarak, çok endişelendiriyor! Bu kötü gidişatın sonuçlarından korkmanın ötesinde, rüyalarımda görünce; endişem ve korkum katlanarak artıyor! Diyerek, çevre kirliliği konusundaki düşüncelerini basın aracılığıyla paylaşması, kısa bir sürede medyanın ilgi odağı olmasına sebep olmuştu.
O dönemde, tek kanaldan televizyon yayınları yapılıyordu. Uğur Dündar’ın Hodri Meydan programını kilitlenmişçesine, kitleler halinde izliyorduk. O programa kızımın üst üste üç hafta konuk olması, kendisinin de henüz on yaşında olmasının da etkisiyle. Üzerindeki ilgiyi, yoğunlaştırmıştı! O günlerde duygu ve düşüncelerini bir şiirde bence çok güzel anlatmıştı. On yaşındayken, yazmış olduğu şiirini sizinle paylaşayım:
YA BİR GÜN
Ya bir gün çocuğum,
Anne anlat bana denizin mavisini derse
Ya bir gün çocuğum,
Anne anlat bana ormanı derse
Ya bir gün çocuğum,
Anne anlat bana balığı derse,
Ne diyeceğim amca?
Madem kirlettin denizimi!
Yok, ettin balığımı!
Tükettin ormanımı!
Söyle ne diyeceğim?
Evrim Coşar

TBMM’den aldığı davete, gene Uğur Dündar’la katılıp, TBMM’de yapılan programdan sonra, o dönemin iktidarındaki birçok Milletvekili ve Bakanlarıyla tanışma fırsatı yaratmıştı bize. Tanıştık, bir süre kızımla telefonla görüşenleri de olmuştu.
Hatta dönemin, Milli Eğitim Bakanı Avni Akyol, bunların içinde kızımı en çok sevenlerinden biriydi. Çalışmalarında kendisini yüreklendirmek için zamanının Vakıflar Bankası Genel Müdürü, İsmet Alver Beyin de katkılarıyla; Comodere 64 Marka bir bilgisayarla, uzun yıllar kendisine kaynak olabilecek, çeşitli kitaplar! Otuzlu yaşlarında kullanabileceği, klasik bir kol saati ve dolma kalemin üzerine de ismini yazdırarak, armağan etmişlerdi. Yirmi yıl, bu anlamlı ve özel hediyeleri, kızım için özenle sakladım! Danışmanının, özel telefonunu verip, “Murat Ağabeyini, bu numaradan istediğin zaman arayabilirsin“, demişlerdi!
O zaman da benim kimseden özel ricam, olmamıştı! Üstelik uzun yılardan beri zor koşullarda çalışan bir köy öğretmeniydim…
Öyle ki birebir yapılan telefonlarda kızım on yaşında bir çocuk masumiyetiyle; “Annem köye gidip geliyor, köyünün ulaşımını sağlayacak bir dolmuşu bile yok! Annem yolda çok uzun süre başka köylerin dolmuşu gelsin diye bekleyince; eve geldiğinde çok yorgun ve sinirli oluyor, demişti!“ bir keresinde.
Evrim’e karşı daha dikkatli olmak zorundayız. Baksana, hanımefendi bizi, Meclisteki dostlarına şikâyet edecek baksana, deyip gülmüştük!
Bir süre sonra evimize gelen telefonda; bu konuda bana yardımcı olabilecekleri söylenilmişti! Ben de:
- Evet on bir yıldır aynı köyde çalışıyorum. Merkezde bir okulda görevlendirilmek için yasal hakkım olan sıramı takip ediyorum. Ancak her yıl, torpilli meslektaşlarımızın araya girmesinden, maalesef sıranın, ağır aksak işlediğini! Buna neden olanları, yeri zamanı geldiğinde kıyasıya eleştirdiğimi!
Tarafıma yapılan bu yardımın da torpil olacağından! Bu ayrımı kabul ettiğimde, kendimle çelişmenin ötesinde, benimle birlikte yıllardır sıra bekleyen arkadaşlarımın hakkını gasp etmiş olacağımdan. Bu duygu ve düşünceyle de haksız yere gitmiş olduğum yeni görev yerimde huzurlu olamayacağımı. Kendileriyle paylaşıp, teşekkür ederek, kabul etmediğimde aldığım cevap:
Devamı yarın, saygılarımla, hoşça kalın! www.kadriyecosar.blogspot.com

06.02.2010
- Siz bilirsiniz! Evrim telefonda çalışma koşullarınızı anlatınca, teklif etme gereği duymuştuk.
Yalnız bu güne kadar böyle bir devlet memuru görmediğimizi söyleyeyim, size! Aldığım cevap, beni de şaşırttı denilmişti!
Bunu niye yazdım? Kendimle çelişmekten rahatsız olmanın ötesinde, eşitlik mücadelesi verirken kendi çapımda! Bir kereyle, bir şey olmaz canım! Ben bunu çoktan hak etmiştim zaten diyemeyip; yanlışları görerek, demokratik yollardan mücadelemi vermeyi, bağlı bulunduğum ilkelerden ödün vermemeyi, daha onurlu saydım! Sonra da bu şartlar altında, Demokratik mücadelemde yıllarca bir arpa boyu yol alamadan, uzun yıllar aynı köyde çalışarak, emekli oldum!
Kendim için hiçbir zaman, hiç kimseden, özel bir ricam olmadığı gibi doğruluğuna inanmadıklarımı da teşekkür ederek; kabul etmediğim olmuştur!
O gün bana, bir genç kızın üç gün aç kaldığını paylaştıktan sonra kendisinden, Kaymakamlıktan alınacak bir randevu talebimize karşın, bana:
- Şimdi benden özel ricalarda bulunmayın, lütfen diyebilen!
Belediye Başkan Adayına; özel ricalara karşı takındığım tavrımı ve duruşumu anlatabilme adına; bizimle paylaşabileceği zamanı olmayan arkadaşla, bunları paylaşmak isterdim! Özel ricalar konusundaki yaklaşımımı tartışmak isterdim kendisiyle ama olmadı! Bari sizinle paylaşıp, rahatlayayım Sayın NESİN…
Yakın çevremdekilerin, hatta meslektaşlarımın bu konudaki ilginç fikirlerini de paylaşayım sizinle:
- Senin yaptığına da enayilik denir, hiç kusura bakma!
Şeklinde olmuştu! Gelen telefon ve karşılıklı konuşmaları paylaştığımda…
Biz, doğruluğun ve dürüstlüğün adını enayilikle, özdeşleştirmeye başladığımızdan bu yana, bizi biz yapan değerlerimizden, geri kazanılması olası görünmeyen biçimde uzaklaşıyoruz! Sayın NESİN!
Ama Nurbeyan'ların çığlıklarını duymak, hepimizin görev ve sorumluluğu olduğuna inanıyorum!
O gün Kaymakam Beyle görüşmemizde, zaman kazanmak istiyordum. Başkanın, sinemanın açılışındaki kalabalık, çok fazla kişiyle konuşmuş olmanın verdiği bir yorgunluktan dolayı. Olayın geçmişini bilmediğinden, belki de ne istediğimizi anlayamadığını, düşünüp. Eşiyle, kadın kadına konuşup, olayı hızlandırabilmek için arayışımı sürdürdüm! Kalabalığı tarayıp gözlerimle, kendisini aradım. Onun da çevresinde, kalabalık bir grup kadının olduğunu gördüm.
Gittim…
Selamlaştım…
Tane tane…
Tek tek…
Anlaşılır olmasına çok özen göstererek…
Özetledim, durumu…
Bu işleri bilmeyen biri değilsin…
Sırası mı şimdi? Arkadaş!
Yanıtını ikinci kez alınca…
Sinemanın açılışında kalarak zaman kaybetmektense, kaymakamlığa gidip, randevu için sıraya girmeyi, daha doğru buldum!
Sekretere durumu anlattık:
- Bugün, Kaymakam Bey’le, sadece beş dakika, mutlaka ama mutlaka, görüşmek zorundayız! Lütfen, yardımcı olun! Dedim.
- Kaymakam Bey, açılışa gittiler. Dönüşte de muhtarlarla toplantısı var. Arkasından, Şoförler Derneğinden, konukları olacak. Sizi araya almam mümkün değil. Ama beklerseniz, şu kadar saattir bekliyorlar. Beş dakika görüşmeniz mümkün müdür? Diye sorarım! Hayır, çıkmam gerekiyor, derse! Ben ne yapabilirim ki?
İsterseniz bekleyin. Görüşmeleri ne kadar sürer onu da bilemem, dedi sekreter bayan!
Bilindik, klasik, çok sık tekrarlanan, bir yanıt!
Biz zaten böyle olmaması için başkan ve eşinden, ricada bulunmuştuk ama…
Yapılacak başka alternatifimiz olmadığı için görüşme için adımızı yazdırıp, gitmektense. Görüşmelerin kısa sürmesi ve talebimizin kabul görmesi umuduyla, sekreterin de bizi çok rahat görebilip, haber verebilmesini hesaplayarak, uygun gördüğümüz bir bankta oturup, beklemeye başlamıştık!
Tam tamına iki buçuk saat oturmak zorunda kalmıştık, o bankta! Aynı katta mal müdürlüğü ve başka birimler de vardı. O süre içinde o kadar çok kişi gelip gitti ki o salona. Bizi gören herkes, gözlerini kısarak bize bakmakla kalmayıp; yanlış mı gördüm? Acaba merakıyla, kafasını çevirip, ikinci kez bizi daha dikkatli süzerek, emin olmaya çalışan, bakışları da unutamadım. Unutmam da mümkün değil!
Devamı haftaya, saygılarımla, hoşça kalın! www.kadriyecosar.blogspot.com
Sanırım gazetede yayınlanan şekliyle tarihlerini silmeden, siteme almam hepsini aynı anda okuyamayacak izleyicilerimin işini kolaylaştıracaktır. Bundan sonraki mektupları bu formatta sizlerle paylaşmam daha iyi olacak, sevgi ve saygılarımla:)

Hiç yorum yok: