5.12.2009

İtirafım Var


20.02.2007’de
Yazdığım bir anım...
İTİRAFIM VAR!
657’e tabii olarak çalıştığım, köy öğretmenliğimin sürecinde; amirlerime, tanıdıklarıma, komşularıma beni soracak olsaydınız, üç aşağı beş yukarı, birbirine çok yakın yanıtlar alırdınız. Benim için söylenenler aynen, şöyle olurdu:
* Atatürk İlke ve İnkılâplarına bağlı;
* Eşitlik ilkesinden, kendi menfaati bile söz konusu olsa, kesinlikle ödün vermeyen;
* Cumhuriyet Kadını olmakla onur duyan, birisidir…
Bu özelliklerimle ve hiçbir şekilde ödün vermeme halimle; ben hep gurur duymuşumdur. Bir gün okulumuza gelen bir resmi yazıyla, sanki orada bize yapmamızın hatırlatıldığı noktayı es geçersem; tüm saydığım, neredeyse benim yaşam felsefem olmuş, onur duyduğum bu özelliklerimden, uzaklaşmış olmam noktasına gelmiş olacağımı, ortaya çıkaracak bir takibin yapılacağı uyarısı karşısında; almaya çalıştığım önlemler, geldi aklıma bu gün.
Canım sıkılmıştı, evde yalınızdım, çantamı koluma takıp amaçsızca dolaşmak, alışveriş merkezlerinin birinde veya gelişi güzel yol boyu yürümek. Bana anlamsız ve yorucu geldi. Var olan kanalları bir yukarıdan aşağıya, bir de aşağıdan yukarıya taradım. Takılıp da kalınacak, zaman harcanacak bir programa da denk gelemeyince televizyonda. Her zaman en yakınımda olan kurşun kalemimle, çocuklarımın öğrenciliklerinden kalma, birer yarılarının her zaman boş kalan, harita metot defterlerinden birini aldım elime, bir süre düşündükten sonra usumda belirlenen “İtirafım Var!“ başlığını atıp, başladım yazmaya…
Yıllar önce bir köy ilkokulunda çalışırken 80’li yıllarda gelen resmi yazıda, bize:
- Okullarınızda 29 Ekim Cumhuriyet Bayramı Kutlamalarına, 28 Ekim saat 12.00 de Anıta bırakacağınız çelenkle başlanılması…
Ve devamında, bazı ayrıntılara yer veriliyordu. Biz Bayram prosedürünü biliyorduk da yıllardır köylerimizdeki okullarımızda, sırf bütçemizdeki olmayan para yüzünden, özellikle belirtilen şekilde, Cumhuriyet Bayramımızdan bir gün öncesi saat 12.00 de büstümüze çelenk bırakamıyorduk. Ama konuyu derslerimizde olması gerektiği gibi ele alıp, öğrencilerimizi Cumhuriyet Bayramımız hakkında bilgilendiriyor, bir gün öncesi yarım günlük tatili çocuklarımıza veriyor, 29 Ekim sabahı okulumuzun bahçesinde, köylü vatandaşların da katılımıyla, öğrencilerimizle yoğun emek vererek yaptığımız hazırlıklarımızı da sunarak, şiirlerin de okunmasıyla, coşku içinde bayramımızı kutluyorduk.
Atlanılan noktanın farkına varan şube müdürümüz, köyde çalışan biz öğretmenleri, bir resmi yazıyla uyarınca, biz kendi aramızda bunu konuşmaya başlamıştık. Çelenk fiyatını öğrenmeyle başlamıştık işe. Çelenklerin en ucuzu; beş milyondu! Ben diğer köylerde çalışan meslektaşlarımla bu konu hakkında konuşurken:
- Beş milyon! Ben o parayla öğrencilerimin olmazsa olmazı olan kalem, silgi, kalemtıraşlarını almayı daha mantıklı buluyorum. Zaten, zaman zaman bu malzemeleri alıp, götürüp çekmecemde bulundurmasam, bazı çocuklar dersi sadece dinlemekle yetinmek zorunda kalıyor sınıfımda. Siz ne yapacaksınız? Sizde de durum farklı değildir. Okullarımızda bütçe kavramı zaten yok! Para nasıl olsun ki? Ben çelenk yerine büstümüze, saksıda canlı çiçek bırakarak, Ata’mıza saygımızı göstermeyi düşünüyorum, dedim. Öğretmen arkadaşlarım:
- Senin durumun malum! Art niyetten kaynaklanmadığını bile bile başını yakarlar! Sakın deneme bile. Çünkü o saatlerde köylere kontrol amaçlı ziyarette bulunacakları konuşuluyor. Altlarında araba var. Çok da rahat yapabilirler. Çok ince ayarlara sahip bir konu! Seni tanıyoruz ama başını yakarsın. Soruşturma geçirirsen, bu gerekçeyle olaya duygusal açıdan bakma; senin Atatürkçülüğünü tartışmaya bile gerek görmeyiz ama! Zaten, öyle olduğun için çalıştığın köyünün, demirbaşları arasına girdin! Ancak yapılan uyarıya rağmen, çelenk yerine, saksıda canlı çiçek koyarak; davetiye çıkardığın soruşturmada, haklılığını kimseye anlatamazsın. Para, bizim okul bütçemizde de yok ama bir yolunu bulup, çelenk olayını gerçekleştireceğiz demişlerdi.
*****
Sevgili Atam! Büstünüze çelenk koymamamız kesinlikle size olan saygı ve sevgimizdeki en ufak bir sapmadan kaynaklanmıyordu. Bunu da böylesi bir uyarıdan sonra yapmak zorunda kalmış olmaktan, çok büyük bir üzüntü duyuyordum! Sakin kafayla düşününce arkadaşlara hak veriyordum da…
Atatürk’le konuşmaktan da kendimi alamıyordum!
“ Göstermelik ATATÜKÇÜLÜK, sizin beklentiniz olamaz; biliyorum ama…
Fikirlerinizi yok sayanlar, unutturmaya çalışanlar, her tarafa büstünüzü dikip, kırdırtmaktan büyük zevk duyanlar…
Söyledikleriyle yaptıkları, yapmak istediklerinin çelişkisi, onları gün geçtikçe çekilmez ve dayanılmaz kılıyor…
Bu noktada hedef olmayacağım! Ama bu çelenk parasını da mutlaka öğrencilerimin ihtiyaçları için harcayacağım. 28 Ekim saat 12.00 de büstünüze sonsuz saygılarımızla da çelenk bırakıp; Cumhuriyet Bayramımızın kutlamalarını da çok büyük bir coşku ile başlatacağım!“ Deyip kendi kendime, Atamla konuşuyor ne yapabilirim diye düşünüyordum!
Yılardır esnaftan okulum için birçok ricam olmuştu. Çiçekçi bunların arasında hiç olmamıştı, bundan sonra da olmasını doğru bulmuyordum. Ama mutlaka daha mantıklı bir çözüm bulma arayışı içindeydim. Bu konu üzerinde düşünme halimin devamında aklıma gelen fikirle yüz kaslarım gevşemiş, yüzüme bir gülme hali gelip oturmuştu. Bana mantıklı geldi bu fikir ve uygulamaya karar verdim. 27 Ekim akşamında öğrencilerimi evlerine gönderirken ders bitimi, beş sınıfın öğrencisini bahçede topladım. Hepsine toplu halde bir uyarıda bulunup, görev verdim. Biraz şaşırdılar:
- Çocuklar, yarın saat 12.00de Cumhuriyet Bayramımızı kutlama etkinliklerimiz başlıyor biliyorsunuz. Lütfen unutmayın, yarın sabah herkes elinde bir demet çiçekle gelecek okula. Bahçesinde çiçeği olmayanlar, birkaç dal mersin, iri yeşil yapraklar da getirse olur. Ama eli boş gelen olmayacak; anlaşıldı mı? Dedim!
Çocuklar şaşırdı:
- Öğretmenim, biz size çiçek getirdiğimizde; siz bize her zaman çiçek dalında güzeldir, koparmayın. Dalında daha uzun süre yaşasın ki ona bakıp da daha çok insan mutlu olabilsin, gözü gönlü açılsın bakanların diyordunuz ya! Demişlerdi…
- Evet ama yarın durum farklı! Yarın getirdiğiniz çiçeklerle hep beraber çelenk hazırlayacağız! Dedim.
Çelenk kelimesini hepsinin ilk defa duymuş olacağını zannediyordum. Meraklı bakışlarla bana:
- Çelenk mi?
- O ne? Öğretmenim!
Sorularını yönelttiler. Acaba televizyonda görmüş olabilirler mi ki? Diyerek, özelikle televizyon içerikli örnekler vermeye çalıştım.
“Evet, biliyorum ben gördüm!“ diyen biri çıkmadı. Merakları daha çok arttı. Bu da yarın hepsinin gereğinden daha çok çiçeği katletmesi anlamına da gelebilirdi, uyardım.
- Yarın sabah hepiniz mutlaka çiçek getirecek ama küçük demetler halinde olsun. Bahçede dikili çiçekleri koparıp bana getirmenize karşı çıktığımda; sizin:
- Papatya, gelincik de olsa istemez misiniz öğretmenim?
Sorunuzu hatırladım şimdi! Ben de size:
- Kır çiçeği tabii ki olur! Demiştim de bahçelerde papatya soyunu tüketecektiniz, neredeyse! Aynı gün içinde çok fazla kır çiçeği toplayarak. O zaman size yaptığım uyarıyı hatırladınız mı?
- Eveeet!
- İşte yarın merak ettiğiniz çelenk için aynı hatayı yapmak yok!
Elimin baş ve işaret parmaklarını birleştirip, halka yaptım, gösterdim.
- İşte bakın, şu kadar olsa yeterli, dedim.
- Öğretmenim, çelengi ne yapacağız?
- Siz yarın çiçekle gelin. Çelengin ne olduğunu, onu da ne yapacağımızı yarın görerek öğreneceksiniz, dedim. Ve evlerine gönderdim çocukları.
*****
28 Ekim sabahı ben de evimden her zamankine göre yirmi dakika daha önce çıkmıştım. Atamla kendi kendime konuştuğum anda aklıma gelen fikrimi uygulamaya karar vermiştim. Böylece o gün ben, okuluma bedava bir çelenk götürmüş olacaktım, sabah operasyonumu tamamlayınca! Fikir bana da mantıklı geldiği için uygulamaya karar vermiştim ama bekçi ve olası köpeklerden de korkmadığımı söyleyemem. Daha evimden çıkarken, inşallah bekçi uyuyordur, mezarlık çevresinde de köpekler yoktur umarım, demeye başlamıştım! Gene kendi kendime konuşurken…
O yıllarda biz devlet memurlarına henüz pantolon giyme yasağı vardı. O gerekçeyle de benim üzerimde diz altı uzunluğunda, laciverte kaçan mavi, etekleri krem bantlı olan bir etek. Üzerine de kısa kollu beyaz, önünde lacivert baskı çiçekleri olan tişörtümü giymiştim o gün. Ayağımda da doğal olarak ten çorabım. Şimdiki aklım olsaydı o gün sabahleyin evimden kot pantolonumla çıkar, bu anlatmaya çalıştığım giysilerimi de arabama bırakır, en kötü ihtimalle okuldaki genel tuvaletlerin birinde üzerimi değiştirirdim. Bizim ayrıca bir, öğretmenler tuvaletimiz olmadığından! Bu daha akılcı olurmuş. Ama ben evimden çıkarken, belirlenen giysi kurallarına uyduğum için o gün bu tercihimden dolayı da çok zor durumda kalmıştım.
Arabamla yaklaşık ilçemden köyüme doğru bir kilometre gittikten sonra yoldan çıkıp arabamı mezarlık duvarına doğru götürüp, park ettim. İndiğimde dikkat çekip, çekmeyeceğimin kontrolünü yapmak için bulunduğum yerin beş metre ilerisinde kalan yoldan geçen araçlara baktığımda, sürücülerin yavaşlayıp beni izlediklerini gördüm. Göz temasında bulunmamaya dikkat edip, ben işime baktım. Kararlıydım, aldırmadım anlam verilemeyen bakışlara. Mezarlık duvarına eteklerimi olabildiğince toparlayıp, tırmanmaya çalıştım. Pek de zor olmadı. Eteklerimin açılmasının dışında bir terslik yaşamadan, duvara çıktım ve mezarlığın iç tarafına atladım.
Kapı vardı ama kapının hemen yanında da bekçi kulübesi vardı. Ben sabah sabah beni anlamayacağını bildiğim bekçiyle karşılaşmak istemiyordum. Onun için kulübeden bir hayli uzak bir noktadan, duvara tırmanıp, mezarlığa atlamıştım. Okul dönüşü denk geldiğimde, cenaze törenlerinin olduğu günlerde, mezar başlarına çelenk getirilip, bırakıldığını görmüştüm. Aklıma gelen fikir; bana lazım olan çelenk iskeletinin birini, duvara yakın bir mezarın başından alarak, okula götürmekti. Çocuklarımın getireceği canlı çiçekleri kullanarak güzel bir çelenk hazırlayarak; Cumhuriyet Bayramı Kutlamalarımıza, o gün kurallara tam uyarak başlayabilmek içindi tüm bunlar…
Mezarlık duvarının hemen yanına arabamı park etmem bile yoldan geçen sürücülerin dikkatini çekmişti de. Bir de eteklerimi toparlayıp, duvara tırmandıktan sonra mezarlığın içine atlayışıma bir anlam veremeyince, durup da seyretmeye başlayan sürücüler de olmaya başlamıştı. Meraklı bir toplumuz, pek de yadırgamadım da bana zarar vermesinler, belediyeye telefon etmesinler, bekçiye haber vermesinler yeterdi benim için. Seyretmelerinden gocunup, rahatsız olduğum yoktu aslında. Mezarlıktaki otlar benim yer yer dizlerime ve belime kadar geldiği oluyordu. Sabahın erken saatinde o otların buz gibi soğuk ve üzerindeki çiğlerden dolayı o kadar ıslak olacaklarını hiç düşünmemiştim evden çıkmadan önce. Hiçbir şeye aldırmadan ilerlemek zorundaydım artık. Kısa bir süre sonra çoraplarım tamamen ıslandı. Birkaç yerinden tel kaçtı. Etek ucundaki krem bantlı olan yerlerde yeşil dalgalar oluştu, sürtündüğüm her yerim ıslanmaya başlamıştı.
En yakın bir mezarın başından alacağım bir çelengi, o gün okuluma götürebilmek içindi tüm çabam. Gerisini çok taktığım yok, diğer olmasını istemediklerim için yürürken de dua etmeyi ihmal etmiyordum. Mezarlıkta yalnız başıma, bu endişe ve kaygılarla yürümek, bana o anda bilinmez bir şekilde korku vermişti! Düşündüğüm gibi hemen duvara yakın, başında çelenk olan bir mezar yoktu. Oysa ben okuldan dönerken denk geldiğim her cenaze törenlerinde birkaç çelenk görüyordum. Bayram dolayısıyla çiçekçi Mustafa Amcanın çırakları, çelenk iskeletlerini gelip toplamıştı demek ki önceki günlerde. Bunu düşünememiştim, mezarlığın ilerisindeki mezar başlarını taradım gözlerimle, birinin başında üç tane çelenk varmış gibi geldi bana uzaktan.
Gitmeliydim, elim boş dönmemeliydim, ilerlemeye başladım. Islanmıştım da bir de otlar bacaklarımı kaşındırmaya başlamıştı. Bekçi ve köpek dışındaki tersliklere tahammül edip, başında üç çelenk var gibi görünen mezara doğru yol alıyordum. Yanına vardığımda yanılmadığımı gördüm. Gerçekten başında üç tane çelenk vardı bu mezarın. Çiçekleri solmanın ötesinde kurumaya yüz tutmuş, dökülüyorlardı. Bana çiçeği değil iskeleti lazımdı. Mezar başındaki taşa baktığımda, isim hanesinde: “Ahmet Hiçbakmaz“ yazıyordu. Kendimi garantiye alıp, mezarın başına çömelir gibi oturdum. Ahmet Amca’nın ruhuna Fatiha okudum. Bunu neden yaptığımı kendisine anlattım.
“Ahmet Amca, seni tanımıyorum ama soyadının sana, hiç görmezliği yüklediğini sanmıyorum. Oysa bakıp da göremeyen ne insanlar var! Eminim ki sen bakmadan görenlerdensin. Kusura bakma biraz önce anlattığım nedenlerden dolayı mezarının başında bulunan, çiçekleri kurumaya yüz tutmuş olan, üç çelenginin birini alıp, köydeki okuluma, öğrencilerime götürmek zorundayım. Biliyorum biraz rızasız bir durummuş gibi görünüyor ama nasıl olsa bir iki gün içinde çiçekçinin çırakları gelip hepsini alacaklar. Ben bunu senin, öğrencilerime bayram hediyesi ettiğini düşünerek, yanınızdan uzaklaşacağım. Hakkını helal et! Mekânın cennet olsun! Helal et lütfen, Ahmet Amca!“ deyip, çelengi kucaklayıp, geldiğim otlu yollardan gerisin geriye yürüyerek; hemen arabamın bagajına bırakarak bu çelengi, bir an önce okuluma gitmek istiyordum.
Dönüş yolumda da bekçi ve köpeklerle karşılaşmama konusunda dilek ve temennilerimi, ezbere bildiğim sadece iki üç duayı defalarca okuyarak, ifade etmeyi ihmal etmedim. Bu beni çok rahatlatıyordu o anda, istediğim gibi oldu. Karşıma köpekler çıkmadı, bekçiye de yakalanmadan duvarın yanına gelmiştim. Çelengi dış tarafa sarkıtıp, kendim gene tırmanarak duvarın üstüne çıktığımda bu kez mezarlık dışına atladım. Kendimi çok rahatlamış hissedip içimden; kocamaaann bir “ooohh bbeee!“ çektim! Hızla arabamın yanına varıp, bagajı açtım. Bu aşamadan sonra beni çelengimle görenler de olsa fark etmezdi. Mezarlık bekçisinin bile bundan sonra beni görmesinin hiç bir önemi de olamazdı. Suçüstü yakalanma kısmını ben çoktaan geride bırakmıştım.
O anda yoldan geçmekte olan araç şoförlerinin ne düşündüğüne, bana şaşıran bir ifadeyle bakmalarına hiç aldırmadan çelengi bagaja yerleştirmeye çalışıyordum ama sığdıramadım. Altına çakılan çapraz ayaklar işimi zorlaştırıyordu. Bağlamadan götürmeye kalksam, kesin düşerdi ve yanımda bağlama işini görecek ipim yoktu. Arka koltuğa yerleştirmeye çalıştım olmadı. Boydan kurtaracaktı da çapraz ayakları bana öyle geldi; bilemiyorum olması gerekenden daha büyüktü. Islanmıştım, korkmuştum, giysilerim sabahleyin beyaz ve lacivert ağırlıklıydı ama şimdi batik desenleriyle yeşil dalgalara da sahip olmuştu. Çoraplarımda tel kaçıkları vardı. Kuru yeri kalmamış gibiydi, kaşınma olayı hala devam ediyordu. Bu çelengi burada bırakamazdım. Ayaklarını gövdeden ayırmam, kendisini köydeki okuluma götürmemdeki engelleri ortadan kaldıracaktı.
Duvarın yanına gidip, ayakları duvarın öbür tarafına sarkıtıp, çok da düz olmayan bir yerlerine takılmasını sağlayıp, yuvarlak başla ayakları birleştiren gövde kısmından beriye doğru yüklenip, ayakları zorluyordum, belki çivilerini sökebilirim diye. Birkaç hamleden sonra baktığımda çivilerde oynama başlamıştı. Biraz daha aynı hareketi tekrarladım. Sonra çapraz çakılmış olan ayakların üzerine basarak, elimle de gövde kısmını sağa, sola oynatmaya devam ettim. Çivi yatakları iyice gevşemişti. Duvara takıp bu kısmı baş kısmından kendime doğru çekmeye başladım, işe yarıyordu.
Tüm gücümle bana doğru çekmemden dolayı çıkacağını hissedip, tam zamanında bu harekete son vermem gerektiğini akıl etmiştim de zamanlamayı denk getiremeyip; gövde ve baş kısmı elimdeyken geri geri gidip, istemsiz bir oturma biçiminde kendimi yerde bulmuştum.
Ayaklar da mezarlığın içi kısmına duvar dibine düşmüştü. Bir daha o duvarı hızlı hızlı tırmanıp, bir daha çıkıp hemen gerisin geriye atlayarak dış tarafa, ama elimdeki çelenk ayaklarıyla; çelengimi iki parça halinde arabama bırakıp, oradan hızla yola çıkıp, okuluma giderken, o halimi görüp de bir anlam veremeyen yoldaki denk gelen araç şoförleri arkamdan dörtlülerini yakıp, söndürerek. Bazen de beni sollayıp önüme geçtiğindeyse hızını azaltarak, acayip davranışlarda bulunanlar olmuştu.
Köyüme varmaya az bir yolum kalmıştı, anlamazdan gelip, göz temasında bulunmamaya özen gösterdim. Ben köy yoluna sapınca tüm bunlardan uzaklaşmış olmuştum. Arkam sıra köy yoluna girmeyi deneyen olmamıştı. Köyüm anayoldan iki kilometre içerideydi. Yıllarca başka köylerin dolmuşlarıyla gelip, köy yolunda indikten sonra, tabanvayla gidip gelmenin zorluklarını aşmak için maaşımı üç yıl neredeyse hiç harcamadan biriktirip, ikinci el bir taksi alarak çözüm bulmuştum. Ve egenin bir köyüydü bu! Aynı köyden bir başka köye dahi tayinimi yaptıramadan, öğrencilerimin çocuklarını okuttuğum yıllarda emekli olmuştum...
Okula vardığımda, normal zamanlara göre yirmi dakika öncesinden yola çıkmış olmamın, bana yetmeyeceğini o zaman anlamıştım. Öğretmen arkadaş zili çalmış, benim sınıfımı da ödevlendirip, arada uğrayarak günün ilk ders saatine başlamıştı ben okula varabildiğimde. Sınıf kapısı açıktı, benim salona girdiğimi fark etti. Köyde ikamet eden arkadaşım, Kemal Bey’in o anda:
- Günaydın Hocam! Deyip dersini bölmeden devam edeceği düşüncesi çok belirgindi ama öyle olmamıştı.
- Hayrola Hocam? İyi misiniz dedi?
- İyiyim, iyi, yok bir şey! Deyip sınıfıma yöneldiğimde; O merakına yenik düşüp:
- Ters bir durum mu oldu yolda? Pekiyi görünmüyorsunuz, deyince Kemal Bey…
Kısa bir açıklamanın kaçınılmazlığı karşısında ben, kimseyle paylaşmayacağım dediğim, sabahki mezarlık operasyonumu, söylemek zorunda kalmıştım! Evde bile kimseye söylemeyecektim. Biraz tuhaf bir durum gibi algılanıp, birilerine kendimi malzeme yapmak istememiştim. Şimdi aynı durumu devam ettirirsem, anlamsız soruları yanıtsız bırakarak, yanlış yorumların yapılmasına sebep olabilirdim. Çünkü üstüm başım ıslak! Çoraplarım kaçık! Üzerimdeki giysilerde yeşil ot lekeleri oluşmuş. Bense ter içinde kalmıştım! Kimseye söylememek şartını koyarak, paylaştığımdaysa, hemen gülmeye başlamıştı zaten, Kemal Bey...
Sınıfa girdiğimde çocuklar benim:
- Günaydın Çocuklar! Temennime neredeyse:
- Hani çelenk nerede öğretmenim? Diyeceklerdi...
- Sağ ol!
Demenin ardından, hiç nefes almaya zaman tanımadan kendilerine, çelenk hakkında sorular sormaya başlamışlardı çünkü.
Onların da dikkatini çekmişti üstüm, başım ama onları rahat atlatabilmiştim. Zaten onlar çelengi merak ediyorlardı. Ne işe yarayacağını söylememiş olmam, meraklarını da katlamaya fazlasıyla yetmişti. Baktım olmayacak, hep hayali bir şeymiş gibi anlatıp durmak zorunda kalacağım. Gerisin geriye arabamın yanına gidip, iki parça halindeki çelenk parçalarıyla geriye döndüğümde; öğrencilerim hüsrana uğramışçasına:
- Bu tahta ya öğretmenim!
Derken, anlamlı bir yorumda bulanamayacaklarını anladım. Bu iki parçayı şimdi çivilerle bütünleştirip, sonra da getirdiğiniz çiçekleri bu yuvarlak olan baş bölgesine, düşmeyecek şekilde yapıştıracağımızı söyledim. Kimlerin, nerede, hangi amaçla, bunu nasıl kullandığını anlattım. Siz de teneffüste diğer sınıftaki arkadaşlarınıza anlatın. Şimdi değil; teneffüste diğer öğrencilerin de yardımıyla çelengimizi süsleyeceğiz, dedim. Kısaca o ders saatinin konusu üzerinde durup, soru cevapla özünü kavratmaya çalıştım. Ben yokken okumuşlardı bu konuyu çünkü.
Teneffüste salonun ortasına çıkardığımız masanın üzerine getirilen çiçekleri dizdik. Öğretmen arkadaş, benim zorlanarak iki parçaya ayırdığım çelengi tek parça haline getirdi önce. Daha sonra bizim anlattıklarımıza göre, çocuklar renk uyumuna dikkat ederek, birleştirilerek oluşturulacak çiçek demetlerine, kendileri karar verip hazırladılar. Gösterdiğimiz yere tasarım edip, gösterişli güzel bir çelenk çıkardılar ortaya. Kendi emekleri de girince işin içine çok sevdiler. Biz onları daha çok sevindirmek için övdük onları. ‘’Hiç çelenk görmedik, bilmiyoruz diyordunuz ama ne güzel yaptınız, harikasınız çocuklar!’’ dedik. Hemen sahiplenme duyguları harekete geçti, ortaya güzel bir şey çıkınca:
- Şimdi naaapcaaz öğretmenim çelengimizi?
- Cumhuriyet Bayramı Kutlamalarımıza iki dersimizi yaptıktan sonra başlayacağız. İçinizden bir kız, bir de erkek öğrenci seçeceğiz, onlar bu çelengi bahçedeki Atatürk Büstümüzün önüne bırakacak, hepimiz bir dakika saygı duruşunda bulunacağız. Ardından İstiklal Marşımızı okuyacağız hep birlikte. Ben size kısa bir konuşma yapacağım, öğleden sonra evlerimize gideceğiz, bayram tatiliniz başlamış olacak. Hepinizin bir sorumluluğu var. Bunların tekrarını yaparsınız evinizde. Yarın sabah tekrar okulumuzda, anne babalarınız da misafirimiz olacaklar. Deyip, küçük ayrıntıları hatırlatmaya çalıştım. Merak noktaları çok farklıymış meğerse ben susunca onlar:
- Öğretmenim, o dediklerini anladık da! Daha iki dersimiz var ama! Bu çelenk nooolacak?
- Çelenk tamam işte, çok güze oldu, aferin size! Başka bir şey yapmayacaksınız.
- Öylee değiiil, öğretmenim! Biz şimdi derse gireceğiz ya!
- Evet, iki ders daha yapacağız, sonra kutlamalarımızı başlatacağız, dedim ya! Yanıtıma koro halinde:
- Eee biz dersteyken çelenk noolcak öğretmenim?
Sorusuna benim sınıftaki öğrenciler cevabı yapıştırdı, sanki öncesinden aralarında anlaşmışlar gibi:
- Bizim öğretmenimiz getirdi onu, bizim sınıfta kalacak dediler. Karşı taraf bu fikri kabullenmedi tabii ki:
- Çiçeklerin de yarısını biz getirdik ya! Hem siz küçüksünüz diye biz size sadece çiçeklerden demet yaptırdık. Yapıştırması nasıl zor oldu biliyor musunuz? Bir ders sizin sınıfta, bir ders de bizim sınıfta kalacak, o zaman dediler. Benden onay beklediler:
- Beş dakika sonra ders zilini çalacağız. Paylaşım konusuna beni karıştırmayın, kendi aranızda anlaşın. Çok emek verdiniz, çok da güzel yaptınız, aranızda çekiştirmeye kalkmayın, güzel güzel konuşarak anlaşın dedim, odaya gittim.
Sınıfa girdiğimde, tam karşımda duruyordu çelenk! Ders bitiminde çalan zille birlikte bizim sınıftan çıkmamızı bekleyemedi diğer sınıfın öğrencileri, kalabalık bir gurup, kapıyı vurdu, içeriye girdi:
- Çelengi almaya geldik öğretmenin. Bu ders bizim sınıfta kalacak, dediler. Benim sınıftaki öğrenciler:
- Ama o zaman sizin sınıfta daha çok kalmış olacak yaa! Biz derse girerken aldıydık. Siz teneffüste alınca, bir de derste sizde kalacak! Olur mu? Deyince dayanamayıp, devreye girdim:
- Önceliği siz almış ve sınıfımıza getirmişsiniz. Şimdi onların hakkı, verin bakalım dediğimde. Benim sınıfımın öğrencileri:
- Ama öğretmenim…
Diyerek, memnuniyetsizliklerini ifade edince; yeni bir öneride bulundum:
- İsterseniz çelenk, Cumhuriyet Bayramı sonrası bir süre daha sınıflarınızda kalabilir çocuklar. Biz onu kendimiz için değil, Ata’mız için, kendisine saygımızı göstermek için hazırladık! Şimdi bu konuyu kapatın, siz de çelengi alabilirsiniz! Bence hep beraber marşlarımızı tekrar çalışması yapın. Çok güzel söylüyorsunuz. Sizi dinlerken, içimde güller açıyor, dedim.
Çok sevindiler, hemen organize olup, girişteki merdivenlerde yerlerini alıp, koro sırasını oluşturdular ve marşlarını coşkuyla söylemeye başladılar…
‘’Cumhuriyet, özgürlük, insanca varlık yolu
Atatürk’ün çizdiği, çağdaş uygarlık yolu!’’ İle başlayıp, devam ettiler…
O yıl ilk defa, 28 Ekim saat 12.00 de bahçede toplanıp, Atatürk’e saygı duruşunda bulunurken, Atatürk Büstümüze çelenk bırakmıştık! Ben kısa bir konuşma yaptım. Çocuklar eve giderken, akılları çelenkte kalmıştı:
- Bu noolcak, öğretmenim? Diye soranlar olmuştu gene...
- O artık Ata’mızın! Biz yarın sabah erkenden gelip, Ata’mızın huzurunda Cumhuriyet Bayramımızı Kutlayacağız! Anne, baba, hala, dede bütün büyüklerinizi okulumuza davet edin, misafirimiz olsunlar dedim.
Ertesi sabah coşkuyla şiirler okundu, marşlar söylendi, ben de günün anlam ve önemini anlatan konuşmamı yaptım. Güzel, coşkulu kutlamalarımızdan sonra çocuklar o ana kadar okul bahçesinde bizimle olan, aile büyükleriyle birlikte evlerine gittiler.
Ertesi gün çelengimizin çiçekleri solmaya, kurumaya başlamıştı. Sınıfa değil de araç gereç odamıza bırakmayı önerdim, kabul gördü. Her resmi bayramlarımızdan önce çocuklar gerekeni yapıp, kendi elleriyle hazırladılar çelengimizi…
Her ne kadar mezarlıktan çalmış gibi görünüyorsam da ben, Ahmet Amca ile konuşup, izin isteyerek aldığım için kendisinin okulumuza bir armağanı olarak kabul ettim hep...
İlkelerinizin yılmaz savunucusu olmamdan dolayı cezalandırılmayı anlayabiliyordum, içime de sindirebiliyordum da Sevgili ATAM! Sana olan saygımda kusur sayılacak olan, büstünüze çelenk bırakamadığım için ceza almış olmaktan; çok üzüntü duyardım! Bu düşünceyle beni harekete geçiren arayışım sonucu okulumuza gelen; Ahmet Amca’nın öğrencilerime armağanı saydığım çelenk, çocuklarımda büyük heyecan yaratmıştı. Ama teftiş için okula gelen giden olmamıştı!
Okulumuzun bütçesini hiç tutmaz, gözden geçirme gereği duymazdık! Çünkü bütçenin esasını oluşturan paramız hiç olmazdı ki! Zorunlu gereksinimlerimizde, anlık önlemler alma yoluna giderdik. Bu da genellikle imece usulü veya benim müdür vekilliği sorumluluğumdan dolayı, esnaftan birebir yardım istememle giderilmeye çalışılırdı…
Ama biliyorum ki sizin istedikleriniz, bizden bekledikleriniz arasında çelenk, büst, rozetlerle kendimizi ifade etmeye çalışmamıza hiç ama hiç yer yok! Gelin görün ki; bizler işin kolayına kaçıp araştırıp, okumak, öğrenmektense! Rozetler ve sloganlarla yaşar olduk! Bunlar da bizi ileriye taşımaya yetmedi, yetmeyecek de…
Debelenip batmaktan, kendimizi kurtarıp yukarıya çıkış kulaçlarını bir atabilsek!
Hedeflediğiniz; “… muasır medeniyetlere!“ ulaşacağız da...
Hala hepimiz, sizin gibi büyük bir kurtarıcının, ikinci kez gelmesini bekliyoruz! Oysa siz: ‘’Asla bir kurtarıcı beklemeyiniz; yoksa kendimi hiç bir şey yapamamış adderim!’’ dediniz...
Aslında siz bunların yollarını, formüllerini üstelik bize yazılı olarak bıraktınız da yetmedi, güdülediniz!
“Türk Milleti Çalışkandır!
Türk Milleti Zekidir!“ dediniz de…
Bizler çalışkanlığın erdem ve güzelliğinin ayırtına varamadık!
Çalışmadan, yorulmadan, kısa yoldan hemen köşeyi dönmenin arayışları peşinde koşarken; kafamızı o kadar çok engellere çarptık ki! Zekiysek bile; zekâmızı kullanamadan çarpa çarpa heba ettik ATAM…
Bizim bu halimize acıyıp, üzülen, farklı şekillerde uyarmaya çalışan, “Türk Milletinin % 60’ı aptal!“ diyen aydınlarımızı bile yargıladık!
Ben istediğimde hemen rahatça ulaşabileceğim yakınlıkta bulundurduğum harita metot defterlerimin boş sayfalarına, buna benzer anılarımı yazmaktan, her zaman haz almışımdır. O gün de öyle olmuştu. O anda içimden geldiği gibi yazıp, bitirdikten sonra malum ev işleriyle cebelleşmek için uğraşmaya başlamıştım ki! İlk defa yazdığım bir anım, beni sonrasında uzun süre üzerinde düşündürmüştü...
Genellikle ben, canım sıkıldıkça anılarımı yazar ve bunları çekmecelerimin birine atardım, gelişi güzel. Son cümleme takıldı kafam!
“Oysa biz, aptallığımızı yüzümüze vurarak, bizi uyarmaya çalışan aydınlarımızı, yargıladık!“
Kısmına takılıp, kaldım… O gün ve ertesi gün bu cümle üzerinde takılmışlığım, bana yeni bir açılım getirdi!
Anılarımı canım sıkıldıkça değil, daha düzenli yazarak, daha önceden yazıp bir yerlerde çok düzensiz ve karalanmış halleriyle benden başkasının göz atmasıyla, pek bir şey anlayamayacağı konumlarından bir adım öteye taşıyarak bunları. Tekrar elden geçirerek, aklıma gelenleri de ekleyerek, daha düzenli, anlaşılır bir hale getirebilmek için...
Her birimizin, neredeyse günde bazen birkaç kez kulaklarını çınlattığımız…
“Rahmetli AZİZ NESİN’E MEKTUPLAR!“ şeklinde düzenlemeye karar verdim!
Henüz anneanne olamadım. Ama olanlardan duyup da gördüğüm kadarıyla, çok yaşanılası bir durum olduğunu biliyorum. Belki ileride bu yaşanmışlıklarımı,bu kadar net, anlaşılır biçimde ifade edemeyebilirim, yarın ne olacağını hiç kimsenin bilemediğinin doğruluğuna inanarak; belki ileride bunları sevgili torunlarımla paylaşamayabilirim…
İleriki yıllarda olmasını beklediğim, özlemlerini içimde duyumsadığım torunlarımla bunları paylaşabilme adına verdim bu anılarımı daha anlaşılır bir biçimde yazma kararını. Gençliğimde ilçede oturup, köyde çalışırken, hiç akrabamın olmadığı bu ilçede, her türlü sorumluluklarımın üstesinden tek başıma kalkmaya çalışırken ben, kendi çocuklarıma yapamadığım, onları şımartma durumlarını…
Onlarla doyasıya yaşabilmek için özlemle torunlarımı beklerken ben şimdilerde! Özlem bitip, tarihi buluşma gerçekleştikten sonra, uzunca bir süre zaten bunları anlatsam da çocuk yaşta beni anlamayacak olan torunlarıma, her birisi henüz kafamda istediğimde canlanabilen bu anılarımı, olduğu gibi anlaşılır bir biçimde yazmaya başladım.
Sevgili torunlarımın, uzun yılların yaşam biçimini ve yaşamdaki kendi olanak ve kullanabilirliklerini; bizim kuşakla karşılaştırabilmeleri adına! Dilimin döndüğünce yazıp, bırakmak istiyorum. Önceleri:
“Sevgili anneannemin, içimi acıtan hatıraları“
Diyerek beni anlayamayıp, hatta tiiye almalarını bile göze alarak; bu düşüncem doğrultusunda, emek vereceğim! Uzun yıllar sonra belki, yazmaya çalıştığım yaşanmışlıklarımın her birinin, onlar için de “ninemin anıları“ yaklaşımının önüne geçmesi, kuşaklar arasında köprü geçidi oluşturabilmesi umuduyla çıktım yola! Belleğimde iz bırakan anılarıma doğru uzanacak olan bu yolda, bakalım önceliği kimler alacak?

Hiç yorum yok: