2.09.2010

Aziz Nesin'e Mektuplar...


Saat 03.47 aslında hiç uykum yok ama ben, anılarıma dönüp; ilçemizdeki bir tiyatronun gösterime sunulması için, attığım bir imzanın altında ezilerek! Akılsız başın cezasını ayaklar çekermiş misali, ilçemdeki sokakları arşınlayışımın, beklediğim sonucu vermeyeceğini gördüğümde! Komşu ilçelere ve köylere giderek, tiyatro bileti satma gayretimi anlatmaya; araya giren bu yakın tespitlerimden hemen sonra yazabileceğimi sanmıyorum!
Çünkü benim siyaset anlayışımın temelinde, bu ve benzeri olaylara çözüm beklentisi yatıyor! Oysa günümüzde, siyaseti kimler, kimin için, nasıl yapıyor? Asıl tartışılacak konu bu galiba!
O yıllarda tiyatro ve sinema ilçemizdeki olmazlarımız arasındaki etkinliklerimizdendi! İlçede bizim tarafımızdan bir tiyatro oyunun gösteriminin sağlanmasını fazlaca önemseyip o anda; kendimi ortaya atışımdaki en önemli etkendi. Bu sevincimin kursağımda kaldığının ayırtına vardığımda ise olayı tersine çevirme gayretim esnasında yaşadıklarımı paylaşmak istiyorum sizinle.
Üst üste aldığımız darbelerden sonra biz çömezlere; teşkilat içinde geri planda kalarak, sadece bizden istenilenleri yapmamız noktasına çekilmek istendiğimizi gördük, anladık!Bu:
“Tamam, efendim!“
Gibi kısa ve kolay bir beklentiydi…
Bu yaklaşım karşısında bizim koyduğumuz tavır, yönetimdeki erkek arkadaşları epeyce kızdırıyordu. Bu duygularla onlar da hep:
“Şöyle yapalım da gününü görsün“
Yaklaşımı içinde olunca! Sürekli bir çekişme halinde götürmeye başlamıştık işleri. Çok anlamsız bir kısır döngünün içine hapsedilmiştik adeta!
İlk sürtüşme durumumuz, erkeklerin haftada bir yapılan yönetim toplantısına alkollü gelmeleriyle başlamıştı. Bu durumu gayet medenice anlatmaya çalıştık ama hemen sonuç alamadık!
- Arkadaşlar, alkol kullanmaya çok soğuk bakıp, katı kurallarımız yok! Ancak toplantı sonrası şu binadan çıkarken; biz üç kadın olarak evimize gidiyoruz. Siz genellikle önünden mutlaka geçmek zorunda olduğumuz, lokale iniyorsunuz. Şimdiden bir önlem almazsak, zamanla:
“Her hafta bu üç kadın, bu alkollü erkeklerle neyin toplantısını yapıyor ki?“
Denilmesinden siz de rahatsız olacaksınızdır! Lütfen, insanları istediğimiz noktaya topluca getiremiyorsak; bazı davranışlarımıza bu insanların hedefi haline gelmeden önce dikkat etmemiz gerekiyor bizce! Alkol kullanma konusu sizin tercihiniz tabii ki bizi hiç ilgilendirmez ama haftada bir yapılan şu toplantılarımız öncesi biraz daha duyarlı olmanızı rica ediyoruz. Lütfen, bundan sonra bu ayrıntıya dikkat edin! Azınlıkta olması önemli değil; bundan sonra toplantı öncesi, hepinizin alkol almamaya dikkat etmesini hatırlatmış olalım! dedik…
Sonuç: Değişim hemen olmadı!
Uyarılarımız devam etti! Baktık ki dikkate alınmıyoruz; olaya yaklaşımımız değişti:
- Arkadaşlar, alkol konusunda hiç açıklama yapmadan, diyoruz ki! Ortada bir yanlış varsa ve biz bu yanlışı yapan taraf değilsek! Bu ortamda bulunmamız bizim için doğru olmaz demeyip! Hala bunca ricaya karşın; bizi dikkate almayan arkadaşlara karşı, uygulamaya karar verdiğimiz durumu size şimdiden söylemiş olalım! Siz bilirsiniz, karar sizin dedik. Önerimiz şuydu!
Toplantı öncesi alkol aldığınızı ölçmek için biz “Promil- bil“ aleti alamayacağımıza göre arkadaşlar! Bir parça kâğıttan yapacağımız külahlarla, toplantı öncesi dış kapıda sizi bekleyip; tek tek hepinizin derin nefeslerini her biriniz için ayrı ayrı yapacağımız bu külahlara alıp, nefesiyle kâğıdı kokutanı kapıdan içeriye almayacağız! Biz sizinle uğraşacağımıza, siz bizimle uğraşmak zorunda kalırsınız böylece! Bu konuda kesin karalıyız! Kibarca sizi şikâyet etme isteğimizin dışa yansımasıdır bu! Ama sürtüşmeyi başlatmış olan siz olacaksınız! Karar sizin, deyip ayrılmıştık o günkü toplantıdan!
Hafta boyunca da bunu parti içinde, yönetimde olmayan hatırı sayılan beylerin yanında söylemekten sakınmayınca biz, azınlıkta olan bu kişiler, alkol almamaktansa, toplantıya gelememeyi tercih etmişti! Bu da süreç içinde aksamalara uğramıştı tabii ki!
İl Yönetiminden gelenlerle sözlü olarak bu durumu paylaşmamıza rağmen; hiçbir yaptırımın denenmemesiyle. Örgüt içinde, her zaman, herkes, herkesin, sempatisini toplamak zorunluluğu hissettiğini öğrenmiş olduk, böylece! Sen bir delegeysen; zamanla ben, senin oyuna çok ihtiyaç duyacaksam; o zaman ben seninle de öbürüyle de çok iyi geçinmek zorundayım! Düşüncesinin hâkimiyetini, yaşayarak öğrendikçe biz! Kendi doğrularımız adına, bu ortamda bulunup; doğrularımızın savunucusu olmak zorunda hissettik, kendimizi!
Başımı dik tutabilmek, en çok sevdiğim yanımdır. Böyle olması için de her zaman çok özen gösterir, hiç taviz vermezdim! Çömezliğim devam ettiği aylarda; ben partili olduğunu bildiğim herkese gözü kapalı güveniyor. Onlardan bize kesinlikle hiçbir zarar gelmez, gelemez düşüncesindeyim. Biz siyasi akrabayız! Onlara güvenmeyeceksin de kime güveneceksin? Şeklinde bir yaklaşımım vardı! Olaylara ve kişilere bu şekilde yaklaştığım günlerde; harıl harıl üzerinde çalıştığımız bir etkinliğimiz oldu. Ankara’dan iki parlamenterimiz gelecekti. Onların gelişinde birlikte yapılacak çalışma planımızı yetiştirmeye çalıştığımız günlerin birinde; iş yerimde günlük gazetemi okuyordum ki telefonum çaldı. Ben hemen, karşı ve yan komşuma:
- Benim acilen gitmem gerekiyor. Dışarıdaki tezgâhımı toplamadan gidip kısa bir süre sonra döneceğim. Kesin alıcı konumunda olan bir müşteri gelecek olursa, bana telefon eder misiniz? Çoluk çocuk tezgâhtakilerle oynamaya kalkarsa, bir zahmet uyarıverin.
Diyerek ben ilçe teşkilatı binamıza gittim. Arkadaşlar tam kadro, planlanan çalışmalara son düzeltmeleri yapıyorlardı, ben gittiğimde! Beni de hazırlanacak pankartların yazılışında yanlarında bulunmam için çağırmışlar. Belirlenen cümleleri okuduk; bunları çoğaltmamız lazım. Senin aklına gelenleri de alalım. Aslında zamanın varsa kalıp, yazılmalarına da yardım edebilsen dediler.
- Çok fazla kalamam, gelmeyen müşteriyi beklemek zorundayım, diğer esnaflar gibi kusura bakmayın, dedim.
Pankartları ben önce şablonuyla uğraşmadan, daha seri yazabiliyordum. Belirlenen sloganlardan bir kaçını yazmaya başlamıştım. Sekterimiz çay demlemiş, servisine başlamıştı. Her birimizin anlatacak birçok şeyi vardı. Sohbetler esprili bir şekilde anlatılıyor, hepimiz pür neşe içinde çalışıyorduk. Böyle bir ortamı bırakıp, işyerime gitmeyi istemediğimi söyleyebilirim; şu iki pankartı da yazdıktan sonra; ben giderim diyordum ki içeriye elinde “Cemiz Bond“ çantası bulunan, iki beyefendi geldi, başkanımız:
- Buyurun, hoş geldiniz!
Diyerek, kendisini tanıttı. Gelenler de kendilerini tanıtıp, çevre ilçelerde imzaladıkları sözleşmeleri göstererek; ilçemizde de bizimle anlaşmaları halinde, tiyatro oyunlarını sergileyebilmekten, oynamış olmaktan, duyacakları memnuniyetlerini allandıra ballandıra, anlatmaya başladılar. Çayımız tazeydi, ikram ettik. Teklif birçoğumuzun hoşuna gitmişti. Karşılıklı konuşmaları dinleyip, gelişmeleri izliyorduk. Arada fikrimizi de belirterek, karşılıklı varılacak anlaşmadan, duyacağımız memnuniyetimizi ifade ediyorduk. Gelen konuklarımızın işi zaten bu konuda karşısındaki ikna edip, sözleşmeyi imzalamak olunca, bizim de fikrimizi belirtmemiz olayı hızlandırdı. Kısa sürede iş bağlanma noktasına geldi. Konuklarımız siz çalışmanızı bölmeyin, çayınız da çok güzel olmuş diyerek; kalkıp çaylarını kendileri doldurmaya başlamıştı. Resmiyeti yavaş yavaş kaldırıyorduk aradan.
Biz üç beş kadın en son izlediğimiz tiyatronun adını ve kaç zaman öncesinde olduğunun çıkarabilip, anlatmaya başlamıştık birbirimize. O andaki işlerimizi yapmaya çalışarak. Konuklarımız gün belirlenmesi konusunda, ricada bulunmaya başlamışlardı. Başkanımız, Belediye’ye telefon ederek bir tiyatro gösterimi için en yakın zamanda salonu bizim kullanabilmemize ayrılabilecek tarihlerin bildirilmesini rica etti. Verilen tarihleri yazdı. Konukların diğer ilçelerde yaptıkları sözleşme tarihleri de dikkate alınarak; bizce de en uygun olacak tarih birlikte seçildi. Tekrar Belediye’ye geri dönülerek, belirlenen tarih için gerekli notların alınması rica edildi.
Biz bayram çocukları gibi sevinçliyiz, iki gün sonra gelecek parlamenterlerimizle planlı programlı bir çalışmanın ön hazırlıklarını bitirmek üzereyiz. İlçemizde bir tiyatronun gösterime sunulması için öncülük yapacaklardan olacağız! Bu gün anlaşma yaptıkları beşinci kişi ve kurumlardan biriymişiz biz; gelen konuklar da sevinçli! Teşekkür edip durdu onlar da! Yönetim tam kadro oradaydık da, salonumuz da çok kalabalıktı. Ankara’dan gelecek konuklarımızın geleceğini duyan üyelerimiz de bizi yalnız bırakmayıp, yanımıza gelerek destek oluyorlardı. Gün belirlendi, Belediye’ye geri dönülüp talimat verildi. Ondan sonra ne oldu? Nasıl oldu? Bilemiyorum, başkanlık divanındaki arkadaşlar görünmezlik zırhına bürünmüşçesine ortadan kayboldular. Hiçbir art niyet düşünemeden, hepsinin aynı zamanda yok olmasını anlayabilmiş değildik:
“Ani bir telefonla gitmek zorunda kalmışlardır, şimdi gelirler“
Diyorduk, konuklarımıza.
Biz, ısrarla bu arkadaşların aranılma sebebini konuklarımız, gerekli açıklamayı yaptıktan sonra anlayabildik. Sözlü olarak anlaşılmış, gün belirlenmiş, salon ayırtılmıştı da bundan sonra sözleşmenin imzalanması gerektiğinden, bu erkek yöneticiler ısrarla aranılıp, bir an önce kendilerine ulaşılmaya çalışıldığını öğrendiğimizde, yok olan arkadaşları merak etmekten vazgeçip, konuklarımıza üzülmeye başlamıştık. Bana kim üzülsün denecek, kendi konumumu unutmuş, ben konuklarımın beklentisine cevap olacak, çözüme takılmış durumdaydım o an! Oysa ben son iki sloganın yazılmasından sonra gitmeye karar vermiştim; çoktaannn iş yerime gitmiş olmalıydım! Konuklar:
- Beyler, biraz önce sizin de şahit olduğunuz, sözlü anlaşma yapıldı. Gün belirlendi. Lütfen, biriniz bize yardımcı olsanız da içinizden biriyle bu sözleşmeyi imzalasak!
Önerisine, kalabalık bir guruptan, kimse olumlu yaklaşım göstermiyordu. Herkesin, Başkan ve yardımcılarını telefonla arama ve olası yerlere birilerini göndererek, aratmadan öteye gitmiyordu, konuklara yardımcı olma halleri.
İşte ben ne anlama gediğini bilmediğim, ortadan kayboluş ve sorumluluk alma girişimimin sonradan başıma ne işler açacağını hiç tahmin edemeden; o gün kimsenin atmak istemediği bir imzayı atmıştım! Sırf bu beylere de ayıp oluyor canım! Söz verip de bu kadar da bekletmenin anlamsız olduğuna inanarak…
O sıralarda benim, en saf, en temiz, en güzel duygularımı yaşadığım anlar. Evim, işim, çocuklarım için yaptığım özverilerin daha fazlasını partim için yapmak istediğim duygularımın çok yoğun olduğu bu dönemde, o iki tiyatrocunun daha fazla beklemesine gönlüm razı gelmedi. Nasıl olsa herkes olaya olumlu bakmıştı, başkanlık divanının çok önemli bir işi çıkmamış olsa; zaten hep birlikte yok olmalarına imkân olamayacaklarına inanarak, biz kadınlardan kimsenin böyle bir özveri beklentisi yokken, teklifi ben yaptım:
- Nasıl olsa birlikte karar verildi. Benim de yönetimde Eğitim Sekreterliği sorumluluğum var. Sözleşmeyi ben imzalayabilirim, dedim! Konuklarımız:
- Çok sağ olun Hanımefendi ama sözleşmeyi imzaladığımız kişiden, kural gereği anlaşmanın % 10 nu peşin alıyoruz biz, dediler!
- Anlaşma? İşin bu yönü hiç konuşulmadı ki dedim!
- Diğer ilçelerde yaptığımız sözleşmelere bakın lütfen, size de aynı fiyatı söylemek zorundayız. Bunu biz iki kişilik inisiyatifimize göre zaten değiştiremiyoruz.
Dedi konuklarımız, diğer sözleşmelerdeki fiyata bakınca, hiç böyle bir beklentisi yokken kimsenin bizden, kendimi ortaya atmış olmaktan azıcık pişmanlık duyar gibi oldum ama tükürdüğümü de yalamama adına, sözümün de arkasında durdum!
- Sizin işinizi kolaylaştırmak adına bu sözleşmeyi imzalayabilirim, demiştim. İmzayı atmam halinde benden on beş milyon alacaksınız yani, dedim!
- Evet, bu konuda kesinlikle farklı bir karar verme yetkimiz yok, inanın! Zaten bu %10 u almasak, ekibe karşı biz kendimizi riske atmış oluruz, dediler. Bu hukuken belirlenmiş bir kural, bireysel olarak biz bir şey yapamayız. Zor durumda kalacaksanız, vazgeçebilirsiniz. Biz de çok zaman kaybettik. Bu biraz da bizim hatamız oldu, dediler!
Kiram, vergim, elektrik faturam, ani durumlar için ayın başındaki satışlardan, gerekli bir miktarı, mutlaka ayırır ve bu paraya çok mecbur kalmadıkça dokunmaz, başka giderler için harcamamaya çok özen gösterirdim. Yanımda o anda sadece o para vardı. Üç aylığım toptancılara giderek, çoktaann el değiştirmişti. Benim kimseden borç isteyebilmişliğim yoktu. Ya yakın gelecekti günlerde satış olmazsa, ben kendi sorumluluklarımın çözümünde zorlanırsam, diye içten içe düşünmeye başlamıştım. Ben denk bütçe yapmayı alışkanlık edinmiş biriydim. Bence bu edinilmiş güzel bir alışkanlıktı! O arada konuklarımız benim düşüncelerimi okuyabilme yetisinden yoksun oldukları için olsa gerek; biraz önceki “ben imzalayabilirime“ takılıp kalmışlar ve gitmek için kalktıklarında. Bana da ne olur? Bizi daha fazla bekletmeyin; dercesine bakarak, beni de ikna etmeye çalışarak:
- Nasıl olsa biletleri satınca, bu parayı siz geri alacaksınız, dediler!
İçimde bir huzursuzluk hissederek, geri adım atmayı ayıp sayıp, imzayı attım. Sözleşmenin bir nüshasını da bana veren konuklarımız:
- Size çalışmalarınızda başarılar dileriz, arkadaşlar! Size de ayrıca, tekrar çok teşekkür ederiz, Hanım Efendi! Hoşça kalın, görüşmek üzere diyerek, binamızdan ayrıldılar.
Verdiğim kararın doğruluna inanıyordum da, ben de arkadaşların yanından ayrılırken huzurlu olduğumu söyleyemezdim. Mesleğim ve yaşam biçimim olarak ben o güne kadar, düz yazıda ne varsa onu okur, onu anlar, onu bilirdim! Satır aralarına dalıp, oralarda ne var acaba gibi bir araştırma, merak duygusuna ihtiyaç duymadan geçmişti yaşantım. Ama zamanla dönen dolaplara çarpa çarpa, iz bırakan yaraları ala ala, onu da öğrenmiştim! En ufak bir şeyde acaba yaklaşımı, benim alışkanlıklarımın arasındaki yerini almıştı! Ben o anda, asıl tartışmaların, huzursuzlukların, tartışmaların, kavgaların, koşuşturmaların o imzadan sonra başlayabileceğinin hiç mi hiç farkında değildim! Benim endişem, yakın gelecekteki zorunlu giderlerim ve doğal ihtiyaçlarımı karşılayabilmek için olası satışlarda, oluşturduğum beklentimi karşılayamamaktan ibaretti!
İki gün sonra Ankara’dan beklediğimiz parlamenterlerimiz gelmişti. O gün ilçe binamızda kalabalık olan misafir ve üyelerimize belli bir zaman ayırdıktan sonra, köylere gidecektik. Ben kendimi bunlara kaç gün öncesinden endekslediğim için o gün iş yerimi açmamıştım bile! Hafta ortasında kendime bir tam günlük tatil vermiştim. Patron bendim, izin alacak bir amirim yoktu! Getirisi az da olsa bu yeni işimin bu yönlerini çok sevmiştim ben! Getiri denen şey satışa sunabildiğin malın çeşitliliği ve geniş bir mekânda sunumuyla ilintili bir şeydi. İkisi de bende yoksa daha fazla bir beklenti içine girmenin bir anlamı olamazdı. Ben de öyle yaklaşıyordum olaya zaten!
O gün hiç yeri ve zamanı olmasa da ben ikide bir lafı tiyatrocu konuklarımızla yaşadıklarımıza getirmeye çalışıyordum, Başkan ve aynı anda görünmezliklere karışanlar, ağız birliği etmişçesine:
- Tamam, Hocam! İyi etmişsin; bunu sonra daha detaylı konuşuruz, diyorlardı!
O gün içinde daha fazla tekrarı ben de anlamsız bulup, bu konuya bir daha dönmemiştim. Planladığımız gibi o günkü çalışmalarımızı yaparken ben hiçbir huzursuzluk duymadan, ekibe katılıp. Gün boyu o köy senin, bu köy benim hesabı, dolanıp durduk. Her gittiğimiz yerde delegeleri kahvehanelerde kalabalık guruplarla, bizi bekler bir halde bulduk. Sorular, yanıtlar derken, çok hareketli, bizim için de çok farklı olan bir gün geçirmiştik. Sonuçta itiraf edeyim iki milletvekiliyle beraber, ilk defa böyle bir çalışmanın içinde bulunanlardan biriydim! Akşamın geç saatlerinde İlçe Teşkilatına geri döndüğümüzde, kalabalıklar yavaş yavaş elini ayağını çekip, evlerinin yolunu tutarken; ben de:
- Hoşça kalın arkadaşlar! Güzel bir çalışma oldu, hepinize iyi akşamlar dedikçe; Başkanımız:
- Bir dakika Hoca Hanım!
Deyip benim yanıma geliyor; biraz daha beklememi söylüyor, daha fazla da bir açıklama yapamadan! Ama beni gitmekten ala koymayı başararak, yerine oturuyordu! Ben bir şey anlayamasam da söylenilene emirmişçesine uyup, yerime oturuyordum! Aklım evde; akşam yemek saati, çoktaan geçmiş durumda! Evime gitmeliydim. Evet, bu günkü gelişmelerden evdekilerin haberi vardı da…
İşimiz bittiğine göre diye düşünüp, ben hep aynı cümleleri söylerken hep aynı şeyle karşılaşıyordum. Sonunda başkan baktı ki ben çok biiii safım! Bunun ne anlama geldiğini anlama yetisinden yoksun bir, acemi çaylak davranışı sergilemeye devam edecek gibi görünüyorum! Oturduğumuz yönetim odasından kendisi çıkarak, bana da sanki salondaki buzdolabıyla ilgili bir şey soracakmış gibi yapıp:
- Hocam, bakar mısın? Şu buzdolabının dedi…
Gerisini ne ben, ne odadakilerin anlaması mümkün değildi! Zaten konuşurmuş gibi yaptı sadece, konuşmadı ki anlaşılsın! Ben de peşinden salona çıkma gereği duydum! Küçük harflerle, adeta fısıldayarak:
- Kalabalık dağılınca, Fatih’in Dağ Resturantına, topluca Kaplana yemeğe gideceğiz. İkide bir ben kalkayım artık deyip durma! Bakanımız, siz bayan arkadaşların da gelmesini istedi, diğerlerinin eşleri yanında olduğundan, sessiz sessiz oturuyorlar! Gidişatı bozan sen olduğun için uyarma gereği duydum, deyince ben:
- Teşekkür ederim ama ben eve gideyim Başkanım, geç oldu zaten! Siz de oradan hemen kalkmazsınız, ben içeriye girip teşekkür ederek, dağılmasını beklediğiniz arkadaşlara da çaktırmadan gideyim artık, dedim.
Eski Turizm Bakanlarımızdan biri aramızdaydı o gün. Bir ara Başkanımıza bu bayan arkadaşları ilk defa Uğur Mumcu için hazırladıkları anma programında görmüştüm. Çok başarılı bulmuştum, çalışmalarını. Bu günkü perfarmasyonları da çok iyiydi! Bu akşam hesaplar benden on, on beş kişilik bir gurup ayarla, kaplana da telefon et, rezervasyon yaptır. Bu arkadaşlarınız da olsun demiş gündüzden. Zaten bir zaman sonra, bizim eve telefon edip, eşimi de davet edeceklermiş…
Biz kadınların hep ortak sorunudur ya! Aayy, akşama şöyle bir program var! Ne giysem acaba? Yaklaşımımız! Ben de o an öyle bir duyguya kapıldım; çocukları evde bırakabilmem için gittiğim yerde kafamın rahat olması için de çözüm bulmak zorundaydım. Asıl onun için, kısa bir süreliğine mutlaka eve gitmeliydim:
- Evim çok yakın zaten, ben gideyim! Üstümü de değiştirip, eşimle birlikte gelirim, dedim.
Koşar adımlarla eve gidip, bir taraftan eşime anlatırken, bir taraftan üstümü değiştirip! Ona da üstüne başına daha düzgün bir şeyler giymesini söyleyerek; nazımın geçeceğine inandığım bir komşumun kapısında buldum, kendimi! Olayı kısaca özetleyip:
- Bu akşam partili arkadaşlarla bir yemeğe gidecektik! Rica etsem, aklım evde kalacak, Hacer’in biz yokken, çocukların yanına çıkmasına izin verir misin? dedim komşuma, o da:
- Git git! Hacer çıkıverir, sen hiç düşünme çocukları! dedi.
Aynı apartman içinde olduğundan Hacer, hemen toparlanıp, üzerindeki eşortmanlarıyla kapıya kadar gelip:
- Biraz sonra televizyondaki başlayacak olan filme bakacaktım, ben de zaten! Hadi beraber çıkalım, siz rahat rahat gidin dedi.
Merdivenleri bir çırpıda çıktık. Eşim sözümü dinlemiş, üstünü değiştirmişti. Çocuklar biraz mızmızlandı doğal olarak. Ben bir söz vererek, hemen ayrılmayı uygun gördüm o anda! İlk defa eski de olsa, bir Bakanla, aynı masada oturup, akşam yemeği yiyecektik:
- Çocuklar, Hacer Ablanızı üzmezseniz bu akşam. Size söz, Pazar günü sizin istediğiniz bir yere pikniğe gideceğiz. Hatta Hacer Abla’nızın o gün bir işi yoksa hep beraber gideriz, tamam mı? dedim!
Pek ayaküstü aceleyle verilmiş bir söz olmanın ötesinde, konu hakkında fikir beyan etmeleri için çocuklara zaman bile ayırmadan, hem konuşup, hem hoşça kalın babında el sallayarak, merdivenlerden inmeye başlamıştım bile ben! İlçe binasına gittiğimizde, dağılsın diye beklenen kalabalıklar gitmiş, arkadaşları bizi bekler bir halde bulmuştuk. Hep beraber arabalara bindik, yola çıktık, kapılarda karşılandık, bizim için hazırlanan masalarda yerimizi aldık. Sofra düzeni harikaydı! Ege’nin taze yeşilliklerinden çeşit çeşit salatalar, mezelerle donatılmıştı masalar. Kaplan’a gittiysen, sıcak tercihini kuyu kebabından yana yapacaksın. Orayla bütünleşmişti sanki bu tercih. Biz de öyle yapmıştık. Eşim de yanımdaydı, ben de alkol almaktan yana kendimi kısıtlamayıp, rakımı içmiştim. Sohbetler güzeldi, vakit ilerledi. Kimsenin yerinden kıpırdamaya niyeti yok gibiydi! Eşi yanında olan sadece, yönetimdeki biz bayanlardık. Erkekler eşlerini getirmemişti. Çocuklar nasılsa anneleriyleydi, sizin anlayacağınız! Ben de Hacer’e çok güveniyordum. Bizden başka kimsecikler kalmamıştı. Görevliler, şunlar da bir kalksa da diye gözümüzün içine bakmaya başlamıştı sanki! Kalkacağımıza yakın eşim, ödeme konusunu gündeme getirip:
- Hesabı isteyelim, konuklarımızı çıkararak kendi aramızda bölüşelim! dedi…
Masadakilerin pek de içtenlikle paylaştığı bir öneri olmadı bu. Sonra Bakanımız:
- Biz gündüzden arkadaşlarla bu konuyu konuşmuştuk. Ben şu aralar hiç beklemediğim, bir parayı geri alabildim. Onu da arkadaşlarla beraber harcamaya karar vermiştim, zaten! Lütfen, bu konuyu hiç konuşmadan, kapatın dedi!
Eşime kalsa neredeyse hesabı toptan kendisi ödeyecek. Yanında o kadar parası olacağını hiç zannetmiyordum! Ama kendisini çok iyi tanıyordum. Gerekirse Fatih ile konuşur, takside bağlardı bu adam! Onun sözü senet işlevine sahipti. Alkol sınırını aşmış bir konumda olan eşimin, kulağına eğilip, ısrar etmemesini söyledim! İtirazı olduysa da, bir de işin ev boyutunu mu düşündü ne onu bilemiyorum? Sonra bu konu üzerinde hiç konuşmamıştık. O anda, anlamsız ısrarından vazgeçti de ben de rahatladım! Bölüşmeye amenna, tamam da! İşin bir de top yekûn sahiplenilmesi boyutu da vardı! Tam da kalkmaya yakın bir zamanda, benim huzurumu kaçırmaya başlamıştı, alkollü bir kafayla hesap ödemedeki ısrarı, eşimin! Gece güzel başlamıştı; güzel devam etmişti, son andaki eşimin adalet duygusunu da pek zarar görmeden geçiştirebilmiştik, gece sonunda benim için de, güzel bitmiş sayılırdı böylece…
Şu tiyatro hengâmesine giremeden, bu gece de sabah ezanı okunmaya başladı! Saat 04.16! Olmaz ama ben şimdi bulaşıklarımı yıkamadan yatamam! Sabah mutfağa benden önce girecek olan, kızıma da haksızlık olur bu zaten! Akşam yemek ve çay servisinin sorumluluğunu hiç teklifsiz yaptı kendisi! Anılarımı yazacağım derken, bir kuşak çatışması yaşamamaya da dikkat etmek lazım bence…
İlk haftalık yönetim toplantımızda ben gene konuyu açarak, getirilecek tiyatro oyununa getirmeye çalıştım. Tavırlarında bir değişiklik yoktu. Gösterilen bu duyarsızlığa iç bir anlam veremedim. Sözleşmeyi de yanımda getirmiştim. Başkana teslim etmek istedim:
- Sende kalsın! dedi…
Gün belirlenmiş, sözleşme imzalanmış, haftalar geçiyor, kimse kılını kıpırdatmıyordu! Ben anımsatmakla kalmıyor:
- Arkadaşlar, sözleşmeye imzayı ben attım ama! Anlaşmayı yapan sizlerdiniz! Kalabalık bir gurubun yanında, belediyeden salon gününü alan siz! Tiyatroculara söz veren siz! Hala ne olduğunu bilmediğimiz bir nedenle ortalıktan yok olan sizdiniz! Kaçtır bu konuyu konuşmak istiyorum; hiç anlayamadığım bir şekilde, duyarsızlık gösteren; gene sizsiniz! Sözleşmeyi imzalayarak, ben prosedürü kolaylaştırdım sadece! Sorumluluk bizim; neden kimse kılını kıpırdatmıyor? Ben hala bunu anlamış değilim!
Dedim ama değişen bir şey olmamıştı! İlerleyen günlerde de ben bu konuyu gene aynı kişileri duyarlı kılabilmenin adına uyardım, durdum! Olay geçiştiriliyor, üzerinde konuşan, olayı ciddiye alan olmuyordu! Bana sadece kadın arkadaşlarım:
- Gün de yaklaşıyor, ne yapacaksın? diyorlardı!
- Lütfen, siz bari bu şekilde davranmayın! dedim…
- Tamam, da imzayı sen attın ama dediler!
- Canım bu imza kendi adıma atılmış değil ki! Bunu en iyi bilenlerdensiniz!
Demeye, kendi haklılığıma onları da inandırmaya çalışır bir halde buldum kendimi! Bundan rahatsızlık duyup; söyleyerek gündeme getirmenin ötesinde, somut ilk adımı atıp, sözleşmelerin o altın kuralı olan! Kargacık, burgacık, karınca duası gibi yazılmış; sözleşme metnini okumaya başladım. Gözlük numaram yetersiz geldikçe, metni göz hizamdan uzaklaştırıp, oturma şeklimi değiştirerek, metnin üzerine güneş ışığının gelmesine dikkat ederek; tek satırı bile atlamadan okuyordum ki! Durum vahim! Vahim ötesi bir hal; almaya doğru gidiyordu, sözleşmenin sonlarına doğru konulan maddeleri, okurken ben!
Ruhum daraldı, kendimi çok kötü hissediyorum! Boğazım kuruyor, içtiğim suyun hiçbir yararı olmuyordu!
Beni en çok telaşlandıran madde:
- Sözleşmeye imza atan kişi, bunu bir kurum adına bile atmış olsa; avukatımız karşılıklı anlaşmamıza göre! Kurumu değil de imza sahibini muhatap alır! İçeriğini yapan açıklamaydı:
“Oyunumuz, sözleşmeye rağmen karşı tarafın sorumluluğunda olan, ön hazırlıkların yapılmaması halinde gösterime sunulamazsa; adı geçen 150 milyon, gene imza sahibinden talep edilir! Bu işlemler de kurumumuz adına, hukuksal yollarla avukatımız tarafından yürütülür“ deniliyordu…
Dükkân kiramın 5 milyon olduğu, henüz YTL’ye geçilmediği bir dönemden bahsediyorum! Emekli üç aylığım ise 70 milyon! Aldığım emeklilik ikramiyem, bu beni bunaltan; para miktarının üç katından on milyon fazlasıydı, daha bir yıl önce! O da çoktaann benim olmaktan çıkmış; toptancıların kasasına girmişti de bense karşılığında aldıklarımla, dokuz metre karelik bir dükkânın raflarını bile dolduramayınca; rafa dizdiklerimin boş kutularını atmayarak, girişte bir doluluk hissi vermeye çalışmıştım.
Sözleşmeyi imzaladığım gün ödemek zorunda kaldığım 15 milyonun olası tersliklerini çoktan, geride bırakmış ve o miktardan, bu durumda çoktaaannn vazgeçmeyi göze alabilirdim ama sözleşmede böyle bir madde yoktu! “Oyunumuz; karşılıklı vaatlerin yerine getirilememesi durumunda, alınan kaparo karşı tarafa ödenmez! Sözleşme doğal olarak feshedilir“
Diye bir madde de olsaydı keşke ama yoktu!
İlçemizde olmayan etkinliklerin, panellerin, izleyicileri bilgilendirme içeriği olan programların, partimiz adına yapılmasının altına severek imza atıp; gerekli emekleri fazlasıyla vermeye hazırdım da! Bir imzanın altında bu kadar ezilmişlik hissedeceğimi! Bedelinin bu kadar ağır olacağını hiç düşünememiştim!
İlk tanıştığımda toplum kurtarıcıları olarak gördüğüm partili arkadaşlarım; yaşadığımız her olayda gözümde küçülmeye başlamışlardı! Bırakın siyaseti, partiyi, ben o güne kadar hiçbir canlıya bilerek ve isteyerek, zarar vermediğim için aydınlık günler adına diye birlikte çalışmaya başladığımız bu arkadaşların; tavırları, olaylara yaklaşımları beni ürkütmeye başlamıştı! Bu korkum beni o ortamdan uzaklaştırmanın aksine; bizim gibi düşünenlerin bu görevlere talip olmasıyla çözüleceği inancıyla, beni bu yaklaşım sahipleriyle, sonuna kadar mücadele etmem gerektiği noktasına getirmişti! Bu da işimi zorlaştırmaya başlamıştı. Değerlerime vereceğim zaman ve emeğin yer değiştirmesi ne kadar mantıklı olduğu bence de tartışılır bir konuydu; o zamanlarda bile, ama işi inatlaşma noktasına getirmiştim!
Çocuklarım, evim, işim, partim sıralaması değişmişti! Partim, çocuklarım, evim, işim sıralamasına dönüşmüştü! Önceleri bizi şaşırtan olayların, içeriğini öğrenmeye başladıkça; siyasette kişinin bir beklenti oluşturması onu, daha bencil ve tehlikeli bir kişi yapabiliyormuş demek ki! Etkinlikler olsun istiyorlar, ses getirince, kızıyorlar, kızmakla kalmayıp, maddi ve manevi zarara uğratabilmek için kafa yorup, plan yapıp, uygulamaya çalışıyorlardı! Bunları da aynı sorumlulukları paylaştığın, birbirine destek olmak için birlikte yola çıktığın, çalışma arkadaşların yapıyorsa! Korkutucu olmanın ötesinde, tehlikeli bir durum…
Siyaset; siyasetten hiçbir beklentisi olmayanlar tarafından yapılasıya kadar! Benzer etiksizlikler yaşanacaktır sanırım, saygılarımla....

Hiç yorum yok: