28.03.2010

29.03.2010 ve 03.04.2010 Tarihleri Arasında Yayınlanmış Aziz Nesin'e Mektuplar Dizisi...


29.03.2010
- Tarım Kredi Kooperatifine gidip, Müdür Bey’den de kauçuk, istedim. Hemen verdi. Çiçeğe çok düşkün biriydi. Çocuklar, bağ ve bahçelerden toprak taşıyıp, küpü doldurdular. Küpün o kadar çok toprak almasına, ben bile şaşırmıştım. Daha önceden, İlçe Milli Eğitimden, 75cm-120cm boyutlarında, çok güzel çekimi olan, tarihi yerlerimize ait, resimler gelmişti okulumuza. Hepimiz bakıp, çok beğenmiştik. Demirbaş sayımında görmüş, bunları değerlendirmek lazım, diye içimden geçirmiştim. O boyutlarda ilçede marangozların bulunduğu sokağa gidip, sanayiden suntalar ve yapıştırıcı aldım. Çocuklara da evden oklava getirttim. Hepsi heyecanla:
- Bunlardan ne yapacağımızı sorup, durdu!
Hiç birisinin, bu boyutlarda, herhangi bir duvarda, bir resim görmemiş olacağını, çok iyi bildiğimden. Onların heyecanlanarak, merak etmeleri, benim çok hoşuma gidiyordu! Suntaların üzerine yapıştırıcıyı sürdük. Resimleri oklavaya yufka gibi sıkıca sardım. Çocuklarda heyecan, dorukta! Her kafadan bir ses çıkıyor! İkişer kişi oklavayı, suntanın en başından tutup, bastırarak, sonuna kadar yuvarlayacağız. Resimler suntaya çok iyi yapışmazsa, düzgün olmaz! Acele etmek yok! Her birini, ayrı kişilerle yapacağız. Bakalım en güzeli, kiminle yapıştırdığımız, olacak! Ben de çok merak ediyorum! Dedikçe ben, onların tepkilerini bu güne kadar, hiç unutamadım! Yıllar sonra da sizinle paylaşmak istedim.
Hepsi çok güzel, oldu. Yerlerini onlara seçtirip, salonumuza astık! Çocuklar çok mutlu olmuştu bu çalışmadan. Tatil sonrası diğer sınıftaki öğrencilerin, göstereceği tepkileri bile tahmin edip, konuşuyorlardı. Kendi aralarında, çalışırken her biri!
Sömestri tatilinden sonra okula gelen her çocukta, ayrı bir sevinç vardı. Bu işte emeği olanlar, günlerce neyi, nasıl yaptıklarını anlatıp, durdular…
Ben de çocuklar kadar kısa zamanda yapılan işlerden hoşnuttum. Ancak iki gün sonra mide ağrılarıma, dayanacak gücüm kalmamıştı. Hiç tatil yapamamış, çok yorulmuştum. Salı günü okul çıkışı öğretmen arkadaşlarıma:
- Benim, yarın sabah hastaneye gidip, ilaç yazdırmam lazım! Sıram erken gelirse, öğleden sonra okula gelebilirim. Kendimi iyi hissetmezsem, ben yarın tam gün yoğum arkadaşlar. Ben her ders için yapacakları çalışmaların notlarını yazdırdım. Gelemezsem, sınıfımla siz ilgilenirsiniz deyip ayrılmıştım.
Tayini çıkan, Müdür yetkili arkadaşımız da henüz yeni görev yerine gidememişti. İlçe Milli Eğitim gerekli düzenlemeleri yaptıkça, onun gibi tayini çıkanları zaman içinde, ihtiyaç olan bir okula yerleştiriyordu. İdarecilik sorumluluğunu bana teslim etmiş; sınıf sorumluluğu köyümüzde devam ediyordu.
Erken saatlerde alabildiğim muayene sıram gelmişti. O gün sevkli olduğum için kendime ücret yazamazdım. Maddiyat için değil de öğrencilerim için ilaçlarımı aldıktan sonra, öğleden sonra köye gittim. Eğer o anda yanımda ilaçlarım olmasaydı, okulun merdivenlerinden çıkıp, salona attığım ilk adımda gördüklerim karşısında; uzun süreden beri mide rahatsızlıklarını ilaçlarla idare eden biri olarak, mide kanaması geçirebilirdim! Öğretmenler odasının tavanına yapışmış çaylar, duvardan süzülerek, odadan salona doğru, bir yol bulmuş. Süzülüp gidiyordu!
Çocukların üç gün öncesine dayanan emekleri de söz konusuydu! Her biri çok üzgün, bir şeyler anlatmaya çalışıyorlardı!
- Bir iki kova su getirin de şu çay pisliklerini yıkayalım, çocuklar dedim.
Biz ortalığı yıkarken, Sadık Bey geldi. Onun da söyleyebileceği pek bir şey yoktu:
- Hocam! Ne oldu? Nasıl oldu? Ben de bilmiyorum. Görünce şok oldum! Ben ne olduğunu anlayamamışken zaten arkadaş beni kolumdan tutup, sürüklercesine kahveye götürdü! “Bu çaydan bize hayır kalmamış. Gel Muzaffer’in kahvesinde içelim çayı“ dedi. Beni de zorla götürdü, diyebilirim. Ben hiçbir şey anlayamadım ama nooluurr üzülmeyin! Bizim evin yanında şu anda inşaat var. Bugün oradan bir kova kireç alır; ben burayı badana yaparım! Birkaç kat sürersem, kesin kapanır bu çay lekesi de olsa, bence kapanır dedi!
- Midem çok kötü! Bunları sonra konuşsak, dedim.
- Yarım gün için keşke gelmeseydiniz, dedi!
Öğretmenler odasına geçtim. Sadık Bey de geldi. Fevri davranmayıp, düşünüyorum. Biz bu odada yıllardır, küçük tüpte çay pişirip, yarım saat olan ikinci teneffüsümüzde, pişen çayı hep beraber içiyorduk! Öğretmen kadrolarımız süreç içinde değişti. Bu çay pişirip, içme olayımız yıllardır devam ede geldi. Yirmi yıldır badana yapılmamış okulumuzda, yapılan badananın henüz üçüncü gününde, odada pişirilen çayın demliğine düşen bir çakmak patlıyor! Bu patlamayla demlik tavana kadar sıçrayıp, tavana yapışan çay yaprakları, demlenen çayın suyu duvardan süzülerek, odadan salona bir yol çizip, uzun ince bir çay dereciği oluşturuyor!
Olay bu! Çakmak kimin? Demliğin içine nasıl düşüyor? Kazayla çayı demlerken düşmüş olsa; bu fark edilemez mi?
Aynı sorular ardı ardına beynimi zorluyor; mantıklı bir açıklama bulamıyordum. Çayı genellikle kendimiz demlerdik. Derse girerken, çay suyunun altını yakıyorduk. Belli bir sıra yoktu ama aksamadan varmış gibi işliyordu. Çay suyunun kaynama süresini tahmin edip, birimiz odaya kadar gider, demleyip sınıfımıza dönerdik. Etik olup olmadığı tartışılır. Sobamızı da kendimiz yakar, sınıflarımızı her Cuma son derste kendimiz yıkardık. Bu işleri yapacak, sürekli bir görevlimiz yoktu! Sadece bir dakikamızı alan, çay demleme işimizi de kendimiz yapardık. Bu uzun olan teneffüste içilen sıcacık bir çay, hepimize iyi gelirdi. İhtiyaç duyuyorduk buna!
Masumane bir kaza gibi göremedim. Art niyet varsa nasıl bir tavır koymalıyım, diye düşündüm! Suçlu armaya kalkarsam, suçlanacak ilk kişi olacağımı gördüm. Yirmi beş günlük bir idarecilik sorumluluğum vardı. Okulda patlayıcı tehlikesi olan küçük tüp kullanımına göz yumma! Görevi su istimal etme! İlk anda bana yöneltilecek, suçlamalar olacaktı! Küçük tüpü kullanılmayan, boş lojmana götürdüm. Okulda çay pişirme olayına son verdik. Sadık Beyin getirdiği bir kova kireçle, çirkin olayın izlerini kapatmaya çalıştık. Ertesi gün geldiğimizde tavan ve duvardaki çay izlerinin, tamamen kapanmadığını gördük.
Devamı yarın, saygılarımla, hoşça kalın!
http://www.kadriyecosar.blogspot.com

30.03.2010
Benden beklenen tavır bu değildi! Ama benim de canım kimseyle uğraşmak istemedi! Okulda çay pişirmek suçsa! Yıllardır, bu suçu biz elbirliğiyle işledik! Cezası bana ödettirilecekti! Bunun açacağı yara ile suça karşı savunma anında yaşananların, olayı yok sayıp sineye çekilmesinin bırakacağı izi tartım. Birilerinin art niyetine alet olmayıp, istenilen noktaya gelmeden, üzerinde tartışmaya bile değmez, yaklaşımını seçtim!
Sadık Bey’in beş yaşında bir kızı vardı. Evde canı sıklınca okula babasının yanına gelirdi. Kırk dakika öğrenciymiş gibi sınıfta kurallara uyarak oturması mümkün olmayınca, babası da O’nu tekrar eve göndermek zorunda kalırdı. Eve gidince kızı, kendisine:
- Sen beni sevmiyorsun! Öğrencilerinle konuşup, benimle hiç oynamıyorsun! Git bizim evimizden, kal okulda! Ben annemle oynarım, deyince.
- İyi ya, ben yokken annenle oynarsın. Ben gelince de ikimiz oynarız. Hep bir oyun arkadaşın olur o zaman, daha iyi değil mi?
Dese de babayı öğrencilerinden kıskanmak asıl neden olunca; ağzınla kuş tutsan da işe yaramayan, bir durum ortaya çıkmış oluyordu:
- Sizin çocuklarınız daha büyük; nasıl yapsak da durumu O’nun da anlamasını sağlayabilsek? Kızımın beni sevmeme ihtimali beni çok üzüyor, diyordu!
Kendince etkili olacağına inandığı, doğruluğu konusunda, bana da söyleyip fikrimi almak istediği düşüncesi üzerinde; okulun bahçesinde uzun uzun konuşmuştuk. İkimizin de dersi Beden Eğitimiydi, çocuklar iki sınıfın birlikte yakan top oynaması üzerinde, ısrar etmişti. Onları daha dikkatli olmaları konusunda uyarıyor, biz de aynı zamanda konuşuyorduk. Ders boyunca biz hep konuştuk ama konumuz hep aynıydı. Canı sıkılan dört yaşındaki çocuk, ya bir gün gerçekten babasını sevmezse! Kızının aynı zamanda okul öncesi eğitimini de alabilmiş olmasını çok istiyordu, doğal olarak! Köyde oturduğu için de bu isteğinin gerçekleşmesi zorlaşıyordu! Eşi sağlıkçı olduğu için onlar, köyde oturmak zorundaydılar!
En son vardığı karar şu olmuştu, arabası vardı:
- Hocam, kızımı bir anaokuluna yazdırsam; sabahları O’nu anasınıfına bıraksam, sonra sizi alıp köye birlikte dönsek! Dönüşte sizi bırakır, kızımı alır köye dönerim. Nasıl fikir sizce? Çocuk için yorucu olur mu acaba? Siz olsanız, böyle bir şeyi denemeye değer bulur muydunuz? Baba olmak ne zormuş bee…
- Olanaklar varsa; okul öncesi eğitimin gerekliliğini tartışmaya gerek bile yok! Bana sorarsan; sokakta, evinizde yaşıtlarıyla oynasın. Sen bolca kitap al, Özlem Hanım, çocuklara kitap okuma saati ayarlasın! Sen de resim yaptır, sayılarla oyunlar kur, okuldaki derslerin bittikten sonra. Gözünüzün önünde, daha iyi olmaz mı? Hem bu olanağı olmayan, bir gurup çocuk da sizin bu emeğinizden yararlanmış olur! Okuldayken bir terslik olsa siz köyde, çocuk ilçede bilmem ki!
Beni de getirip götürmeniz konusuna gelince. Şimdiden sağ olun, derim! Ama arabamı ben de yeni aldım. Kendisi ikinci el murat da olsa, benim ilk arabam; araba kullanma konusu benim için çok yeni biliyorsunuz. Kullanmakta zorlanıyorum, bu düşüncenizi gerçekleştirseniz bile, ben kendi düldülümle gidip gelmeyi tercih ederim! Son derste şimdi zil çalınca, ben o arabaya binip eve nasıl gideceğim diye, kendi kendime konuşuyordum ilk günlerde! Tam da alışmak üzereyken, ara vermeyi doğru bulmuyorum, dedim.
- Siz de aynı kaygılarla, ilçede oturup, köye gidip geliyorsunuz! Çocuklarınızın daha iyi bir eğitim alabilmeleri için ilçede oturup, yıllardır köye gidip gelerek çalışmanızdaki en önemli nedeni bu değil mi? Bizim o şansımız da yok ki! Karar vermek, gerçekten çok zor! Ne yapabilirim sizce? Deyip, konuyu benimle paylaşmanın ötesinde; müdahil etmeye çalıştı durdu!
Zil çaldı, çocukların maçı bitti, konuyu kesin bir karara bağlayamadık! Bir ders sonrası da Bayrak Törenimizi yapıp, hafta sonu tatili için hepimiz evimize gitmek için dağıldık.
Ben ilçeye gidince önce İlçe Milli Eğitim Müdürlüğü binasına gidip, bizim okula ait posta kutusu büyüklüğündeki bölüme, bırakılmış resmi yazıları alıp; ondan sonra eve gitmiştim. Aynı gün içinde, geç saatlerde aldığım yazılara göz attığımda da çok şaşırmıştım! Yazıların birinde:
Konu: Okulunuz bünyesinde kendi imkânlarınızla, dönem sonunu beklemeden hemen; “anasınıfı açma çalışmalarına başlamanız hakkında“ tarafınızı bilgilendirip, gelişmeleri bize bildirmeniz! Konuya hassasiyet göstermeniz hakkında bilgi verilmek üzere gönderilmiştir!
Okuyunca bir resmi yazıdan bu kadar etkileneceğimi düşünemezdim bile, çok şaşırmıştım! Arkadaşın kızı için bir ders saati boyunca konuşup; benim önerebildiğim olanağı, sadece komşularının çocukları değil! Tüm köyün okul öncesi çocuklarının yararlanmasını, sağlayacak şekilde yapabilme durumu oluşmuştu. Biz kendi başımıza böylesi kararları verip, gereğini yapma yetkisinden yoksunduk! Hafta sonunda bu konu üzerinde uzun uzun düşündüm. Yapılabileceklerin listesini kafamda oluşturdum. Düşündükçe hem heyecanım, hem de anasınıfını, hemen açacağımız konusunda inancım artıyordu! Bazen çok istediğimiz şey, çok kısa zamanda gerçekleşince: “o an çok para istesen olacakmış“ demek ki bak! Şeklinde yorumlar yapılırdı, yakın çevremdeki insanlar tarafından! Ben de aynı inançla; “demek ki Sadık Bey, o anda ne istese gerçekleşecekmiş,“ demekten kendimi alamadım…
Pazartesi günü yazıları masama bıraktım. Belki kendiliğinden bakma ihtiyacı duyarsa, tepkisini görmek istedim. Bakmayınca dayanamayıp, hafta sonundaki heyecanımı da katarak anlattım:
- İşletiyorsun, beni! dedi…
- Bana inanmak zorunda değilsin; al kendin oku! dedim…
- Çok güzel bir gelişme! Hocam hemen başlayalım hazırlıklara, benden ne isterseniz yapmaya hazırım…
Derken heyecanlanıyor, seviniyor, şaşkınlığını da saklayamıyordu…
- Zili çalıp, Bayrak Törenimizi yapıp, derse girelim. Teneffüste kafamda oluşan planlarımı sizinle paylaşayım. Yardımcı olursan, olaya hız katmış olursun, deyince!
- Ne istersen yaparım! dedi…
Devamı yarın, saygılarımla, hoşça kalın!
http://www.kadriyecosar.blogspot.com

31.03.2010

Teneffüs zilini uzun uzun çalan, Sadık Bey’di. Odaya gider gitmez, hemen konuya girip:
- Nasıl yaparız bu işi Hocam? dedi.
- Siz de düşüncenizi söyleyin, en mantıklı bulduklarımızla işe başlarız, bence bu hafta içinde olayı bitiririz. Haftaya aynı bu saatlerde, mavili, pembeli önlükleriyle koşuşturan; anasınıfı öğrencilerimiz ve bir de anasınıfı öğretmenimiz olur, kanımca! dedim.
- Siz neler düşündünüz? Önce onları anlatın, derken.
Odanın kapısı açılmış, bir öğrencimiz elindeki tepsiyle, bize çay getirmişti.
- Çaylar dedim, cümlemi tamamlayamadım:
- Afiyet olsun! Zili çalarken ben kahveden, bize çay al gel; dediydim! Afiyet olsun, buyurun için! Bu iş bir rayına otursun, söz bak! Ben baklava da ısmarlarım size hocam, dedi! Ne isterseniz yaparım yaaa…
- Rica ederim, Cuma günkü konuşmamızdan sonra, sizi ve heyecanınızı çok iyi anlayabiliyorum da! Bana verilmiş bir görev var ortada. Benim özel bir çaba ve gayretim söz konusu değil, dedim.
- Sizin yaklaşımınız çok önemli ama kendi imkanlarınızla denmiş, yazıda!
Sizi yalnız bırakmam ben bu konuda, anlatın anlatın siz neler düşündünüz? Neler yapabiliriz dedi?
- Ben diyorum ki okulun bahçesindeki, zamanında sınıf olarak kullanılan, taş binayı açıp, temizleyelim. Bina olarak orayı kullanalım.
- Çok mantıklı, eski ama o bina bence de sağlamdır, kullanılabilinir Hocam! Mevsim de bahar, havalar ısınmaya başladı. Orayı kışın ısıtmak zor olur. Şimdilik orada başlansın, belli olmaz seneye ortadan ikiye böldürüp, kışın ısınma sorununa bile çözüm getiririz! Ben hiç görmedim orayı, açıp bakalım mı hemen, dedi?
- Tabii neden olmasın? Deyip anahtarları alıp, gittik açtık.
- Gerçekten çok büyükmüş…
Ama bu engel değil. Ne zaman temizleriz Hocam?
- Bu gün öğlen teneffüsünde başlayalım, dedim.
- Masa, sandalye veya sıra lazım ama çocuklar küçük oldukları için onların sıraları da özel oluyor, değil mi? dedi.
- Dört Eylül İlkokulunda ana sınıfının yakın geçmişte düzenleme yapıldığını duymuştum. Bu gün okul çıkışı gidip, Müdür Bey’le konuşmayı düşünüyorum. Eski ana sınıfı malzemelerini bize vermesini rica edeceğim. Sonuçta gene Muhtardan yardım isteyeceğiz; bize köyden bir traktör ayarlasın. Hemen gitmeliyim ki yazı henüz bizlere ulaşmışken, eski de olsa sınıfın oturma düzenini ilçedeki ilkokuldan sağlayabilmenin sözünü alıp; yazılı olarak da talebimi bildirip başlatayım ki demir baş devir teslimini, başkalarının aklına gelmeden biz kapatalım. Diye düşünmüştüm hafta sonunda.
- Süpersin Hocam! Çok mantıklı bir düşünce, bu gün hemen gitmen çok iyi olur! Traktör işi kolay, onu ben hallederim, demişti. Sadık Bey!
- Aynı zamanda Kurtuluş ilkokuluna da gideceğim.
- Onlardan ne isteyeceksiniz?
- Bak çok ilginç!
- Farkında mısınız? Nazlana nazlana anlatıyorsunuz! Kurtuluşla işiniz ne olacak?
- Orası da öğrencilerinin çoğu, ilçedeki elit ailelerin çocuklarının olduğu okul! Müdür Bey’le görüşüp, her koridora boş bir koli koymak için izin isteyeceğim.
- Boş koli? O niye Hocam?
- Her kolinin üzerine bir pankart yapıştıracağım!
- Hocam mahsus yapıyorsunuz değil mi?
- Neyi?
- O kadar yavaş anlatıyorsunuz ki teneffüs bitiyor ama!
Deyince Sadık Bey, saate baktım ikinci derse girmenin zamanı gelmiş. O an, en yakınımdaki öğrencime:
- Hadi oğlum, zili çal dedim. Sadık Bey:
- O pankartlara yazacağınız şeyi söylemeden, derse girmeyi düşünmüyorsunuz değil mi? dedi.
- Çok uzun Sadık Bey, tabii ki ikinci teneffüse kaldı o! Ama siz de düşünün, ne yazılabilinir diye. Belki sizin fikriniz daha mantıklı olacaktır, onu değerlendiririz dedim!
- İnanmıyorum size yaa! Bilerek yaptınız bunu, dedi.
- İyi dersler Hocam, deyip sınıfıma girerken arkamdan bakakalmıştı!
Kendisi için en uzun derslerden biri olmuştur her halde. İşin içinde kızı da olduğu için olayla çok yakından ilgilenmenin ötesinde; gelişmeler konusunda heyecan duyup, bir terslik olmasını istemiyordu! İkinci teneffüse de kendisinin çaldırdığı zille çıkmıştık. Balıklama daldı:
- Eeeee Hocam, ne yazacaksınız pankartlara dedi?
- Sizin aklınıza neler geldi dedim?
- Ben, şu kırk dakika ne zaman geçecek diye; hep saate bakıp durdum vallahi! Ne yazacaksınız ki?
- Evindeki oyuncaklarından bir tanesini;
Köydeki, bir arkadaşına götürmem için,
Bu kolinin içine atar mısın?
Yazıp köyümüzün, okulumuzun adını yazacağım! Öğretmen arkadaşlara beklentimi anlatıp, öğrencilerine konuyu daha iyi anlatmalarını ve koliye bir oyuncak atmaları konusunda ikna etmelerini rica edeceğim. Sonra da haftada bir iki kere gidip kolileri kontrol edip; yanımda götüreceğim poşetlere doldurup, bagajıma bırakmadan önce. Gördüğüm her öğrenciye teşekkür edip, kolilere aklımca daha çok oyuncak atılmasını sağlamaya çalışacağım!
- İnanmıyorum yaaa! Bu harika bir fikir! Sizi çok içten bir şekilde, şimdiden tebrik ediyorum, Hocam. Ben öğlen teneffüsünde traktör işini görüşüp, konuşayım o zaman dedi…
- Okulun paydos saatinden sonra, o kadar çok zamanınız var ki bunun için. Ama öğlen arasındaki yapılacak temizlikten kaçmak için çok iyi bir mazeret! Siz bilirsiniz ben çocuklara söyledim. Öğlen yemeğinden dönenler hemen toplanıp, bana haber versin! Çok önemli bir işimiz var çocuklar demiştim! Önlem olsun diye de önemli işin, temizlik olduğunu söylemedim tabii ki! Öğretmenin böyle yaklaşımı karşısında, ilkokul öğrencisi, öğle yemeği için gittiği evinden, niye bir hınzırlık düşünüp, okulda temizlik yapılacağını bilince, geç gelmesin ki!
Dediğimde söylediklerimi ciddiye alıp:
Devamı yarın, saygılarımla, hoşça kalın!
http://www.kadriyecosar.blogspot.com

01.04.2010
- İnanın ben, orayı öğle arasında temizleyeceğimizi, unuttum Hocam! Hiç kaçış amaçlı olabilir mi? Ben pankart olayına öylesine kaptırdım ki kendimi! Ne yazacak acaba? Derken, hakikatten unutmuşum! Hiç gitmem bile, Özlem’e haber gönderirim, O gelir birlikte bir şeyler yeriz belki de dedi.
- Ne yani, sefer tasında getirdiğim iki kaşık yemeği kast ediyorsan! Kusura bakma arkadaş, aç kalırız üç kişiye yetmez, dedim. Ciddiye alıp:
- Yok yaa, yanlış anladınız! Özlem gelirken bir şeyler getirir demek istemiştim, dedi.
- Özlem’in getirdiklerini yiyeceksek; niye getireceği yiyecekleri kadıncağız, hem poşetleyip hem de yüz; yüz elli metre taşımak zorunda kalsın ki! Haber gönderirsin, öğlen teneffüsünde biz beraber, sizin eve gideriz. Aynı şeyleri sizin evde yeriz. Ben de sefer tasımdaki aşımı masaya bırakırım, deyince:
- Siz resmen benimle dalga geçiyorsunuz Hocam! Gerçi bende her şeyi karıştırdım yaaa!
Dedikten sonra ısrarla öğlen yemeğine çağırmıştı da:
- Çok işimiz var Sadık Bey, yemek arkası çay kahve derken; geriye kalan zamanda temizlik işi yatar! Bu işi, bu hafta bitirmek üzere, plan yapıp çok çalışmamız lazım, çoookkkk dedim…
Masa sıra işini o gün Müdür Beyle konuştuk, Çarşamba günü almak için anlaştık. Milli Eğitime, Müdür Bey hemen resmi yazısını hazırladı, benim yanımda. Kullanılmayan bir eşya bile olsa demir baş listesinden düşüp, bizim okula devrinin resmiyetini başlattık! Hemen diğer okula gidip, oyuncak olayını konuştum. Biz tam gün eğitim yaptığımız için saat on beş sularında, derslerimiz bitiyordu. Adı geçen bu iki ilkokul da çift öğretim yapıyordu. Öğlenci öğrencilerin eğitimi devam ederken ben; fazla zaman kaybetmemeye dikkat ederek, her iki okulun müdürüyle de görüşebilmiştim!
Salı günü Muhtar okula geldi:
- Çocuklar traktör diyor. Masa sıra diyor. Sizin yeteri kadar masanız sıranız yok mu yaa?
- Var da Muhtar, bunları biz anasınıfı için getireceğiz! Şöyle bir gelişme oldu deyip; olayı özetleyebileceğimi sanarak, anlattım!
Daha dinlerken, yüzünün ifadesi değişti:
- Bak kendi ağzınla söylüyorsun, Hocam! Anasınıfı, diyorsun!
- Evet ne var bunda? Anasınıfı işte, dedim!
- Bizde böyle durumlarda “eski köye, yeni adet getiriyooo“ derler, dedi sustu…
- Bu kadar şaşıracak, bir durum yok Muhtar! Bu uygulamaya biz köyümüzde, yeni başlayacak olabiliriz de! Bu eğitimin çok önemli bir aşaması! Yıllardır bütün dünyada uygulanmakta! Şehirlerdeki ilkokulların bünyesinde, birkaç yıldır en az, birer anasınıfı açılmak zorunda! Ben de çocuklarımı ilkokul öncesi anasınıfına göndermiştim! Hem de çok yararını gördüğümü söyleyebilirim! Çocukların gelişiminde çok önemli bir aşama! Sen o yönünü hiç kafana takma bile! O bizim işimiz! Sen bir traktör ayarla. Sadık Bey de arabasıyla gider aynı gün. Gidilecek okulun kapısının önünde, traktörü kullanacak vatandaş, her kim olacaksa işte. Onunla buluşurlar, depodan kedilerine gösterilen malzemeyi römorka yükleyip, getirirler köye; hepsi bu!
Dediğimde, “la havlu vellaaa…“ kısmını anlayabildim; Ya Rabbim! Sen bana sabır selamet ver! Anlamına gelen birkaç şey mırıldandı adeta kendi kendine Muhtar! Aklına pek yatmadıysa da bu anasınıfı uygulamasında; bu kez inadından çabuk geri adım attı:
- Traktörlü arkadaş saat kaçta, nereye gidecek? Çarşamba günü! Şunu tam olarak öğreneyim de ben. Git şu masa sıraları, al da gel! Diyeceğim arkadaşı da yanıltmayalım dedi.
- Sen ayarladığın kişiyi kahvede bana da söylersin; benim onunla konuşmam lazım! Çünkü o gün, aynı yerde, buluşmamız lazım; dedi Sadık Bey!
Eski taş binamızın temizliği esnasında, çocuklar da çok soru sordu:
- Örtmenim, noolcak burası?
- Anasınıfı!
- Anasınıfı mı?
- Evet!
Dememle kendi aralarında, gülüştüklerini görünce; son gülen iyi gülermiş misali, onları işletmeye karar vermiştim. O kadar belli oluyordu ki! Anasınıfı dememle, kendi kendilerine yorum yapıp; hazırlanan o sınıfa “analarının geleceğini sanıp“ ilk akıllarına gelen fikre inandırdılar kendilerini. İnanmakla da kalmayıp, yorumlar yapmaya başladılar:
- Benim annem gelmez!
- Benimki de gelmez!
- Bence örtmenimiz, bize şaka yapıyooo!
- Ne şakası kızım? Kaç kere sorup durdum ben; “vallah anasınıfı“ dedi! Şeklindeki konuşmalarını duyuyordum ama…
“Öğretmenim, anasınıfı ne demek?“ Diye sormadıkları için; onların yanılgılarını görmeme rağmen düzeltmeyip, bir hafta içinde anasınıfımızı açmak için çırpınıyorduk zaten. Hatalarını yaşayarak görmeleri için; ilk defa duyduğu bir şeyin, ne olduğunu bilmiyorlarsa, doğru bilgiye ulaşabilmeleri için, doğru soruyu, sormasını öğrensinler istedim!
O hafta içinde çocuklar gelişmeler karşısında, çoookk şaşırmışlardı. Sadık Bey’le de, bu durumu paylaşıp; doğru zamanda, doğru soru sormanın önemini yaşayarak, öğrensinler istiyorum! Benim yaklaşımımı bozacak düzeltmeleri; “doğru soru“ onlardan gelmediği sürece, siz de yapmazsanız iyi olur demiştim! O da bu bir haftalık makaraya, kendini kaptıranlardan biri olmuştu.
Devamı yarın, saygılarımla, hoşça kalın!
http://www.kadriyecosar.blogspot.com

02.04.2010
Kim bilir çocuklar, evde de bu heyecanlarını, konuyu anladıkları gibi anlatmış olduklarından mıdır? Muhtarın Salı günkü tavrı bilemem! Belki de gerçekten analara açılacak olan bir sınıfın hazırlığı içinde olduğumuzu mu sanıyordu? Okula gelip, bizimle konuşana kadar Muhtar…
Badana anında kapı ve pencereler için alınmış, bir kutu beyaz yağlı boyamız kalmıştı. Onun içine pembe boya damlattık. İlçeden getirdiğimiz, masa ve sıraları Sadık Beyle, pembeye boyadık. Bahçedeyken boya işini halledelim demiştik. Kurumasının zaman alacağını düşünemeden. Sadık Bey, derslerden sonra hemen eve gidemeyip, çoluk çocuk zarar vermesin diye bir de onların başında nöbet tutmak, zorunda kalmıştı! Çocukların asıl şaşkınlığı, poşetler dolusu oyuncakları, getirip anasınıfına bırakmaya başladığımda olmuştu!
- Örtmenim onlar ne?
- Oyuncak!
- Oyuncak mı?
- Evet!
- Burası anasınıfı olacak, dedin yaaa!
- Doğru, anasınıfı alacak!
Deyince ben, gene aynı hataya düşüp, kendi kendilerine, kıkır kıkır gülüşmeyi tercih ediyorlardı. Benimse ısrarla onlardan beklediğim! “anasınıfı ne demek, öğretmenim?“ sorusunu duymaktı!
Madem doğru soruyu bulamıyorlardı. O zaman şok olmayı, çoktan hak etmişlerdi, bence! Kendi aralarındaki konuşmaları, duyabiliyordum:
- Sen sordun mu annene?
- Sordum, aahh savuş şurdan! Benim bu yaştan sonra okulda ne işim olur, deyooo?
- Benim anam da boşuna uğraşmasın! Kimse gitmez, deyooo!
- Bu oyuncaklar, noolceekk?
- Örtmenim ne onlar? Dediğimizde, hemen:
“Oyuncak deyip“ içeriye koyup kilitliyor. Ben çok merak ediyoon; neler var acaba?
- Bende!
Konuşmalarını duydukça, ben dinlemeyi tercih ediyordum. Sadık Bey’se onları işletmeye devam edecek, konuşmalar yapıyordu. Ben gülerim diyerek, dinlemeyi tercih ederken; O ciddiyetini hiç bozmadan yapabiliyordu bunu. Bana çocukların yanında:
- Hocam, memleketten ben de annemi getirsem! Anasınıfına, Onun da kaydını yapar mısınız? demişti bana!
- Eğitimin yaşı yoktur; sözünü ben oldum olası, çok önemsemişimdir! Sadık Bey, dediğimde! Çocuklar konuya katılıp:
- Örtmenim, anam boşuna uğraşıyor, gelmeyiz biz deyooo!
- İlköğretim zorunlu, anasınıfı değil çocuklar; diyordum!
- Noolcak o sınıf? Ben hiçbir şey anlamdım, vallah! Diyenler çoğunluktaydı…
Oyuncakları kolilerden alırken; ajitasyonunun bol olmasına çok özen gösteriyordum. Kesinlikle çocuklar teneffüse çıkmalı, ben her biriyle konuşmalıydım. Zil çalıp da her biri henüz koridordayken, bahçeye çıkışlarını geciktirebilmek için:
- Çok teşekkür ederim çocuklar, deyip.
Kısa sürede daha çok oyuncak toplayabilmek için, göz temasının etkili olacağı inancıyla! Çocukların ilgisini çekmeye çalışıyor, uzun uzun konuşmaya çalışıyordum.
- Teyze, sen ne yapacaksın? Bu oyuncakları…
- Sınıflarınıza gelip anlatmıştım ya! Köyümüzde açacağımız anasınıfı için rica ediyorum; bunları sizden!
- Anasınıflarında zaten çok oyuncak oluyor ki!
- Biz okulumuzda, yeni anasınıfı açmaya çalışıyoruz, hiç oyuncağımız yok! Üstelik paramız da yok! Onun için sizin getirdiğiniz bu oyuncaklar, köydeki kardeşlerinizi çok sevindirecek, çocuklar!
- Teyze, Ali Var ya! Onun getirdiği araba kırıktı. Oğlum, bu olmaz ki dedim ama O gene de bu kutunun içine attı onu.
- Olsun, kırık oyuncakları da kabul ediyoruz! Sen hangi oyuncağını getirip, attın?
- Annem izin vermedi teyze! Ben getiremedim. Özür dilerim! dedi…
- Estağfurullah! Önemli değil, istersen bir de babanla konuşmayı dene! Ben yarın gene geleceğim. Belki sen de yarın bir oyuncağını bu kutunun içine atmış olursun, ben gelene kadar. Senin oyuncağın da köyümüze gelmiş, köyü görmüş olur dedim.
- Ben köyü gördüm! dedi, bir başka öğrenci:
- Köy ne? dedi…
- Ben yarın teyze gelmeden önce bir oyuncak daha getirip, atacağım bu kutuya.
Şeklinde konuşmalar, uzayıp gidiyordu. Kurtuluş İlkokulunun çocukları, benim yolumu gözler olmuştu. Getirmiş olduğu oyuncağının ne olduğunu bana söyleyebilmek için sabırsızlandıklarını gördükçe hoşuma gidiyordu! Teşekkür etmenin ötesinde; sevip, okşayıp, öpüyordum onları! Köyümüze sınıfça piknik yapmaya gelmeleri için davet ediyordum, çocukları. Köyümüz çok güzel, gelirseniz size, okulumuzun bahçesindeki ağaçlara, salıncaklar kurarız. Bol bol sallanırsınız, deyince seviniyorlardı.
Birinci sınıfı okutan iki öğretmen arkadaşımdan; derse girince bana çok kısa bir zaman ayırmalarını rica ettim. Bu çocuklar, geçen yıl anasınıfı öğrencisiydiler. Evde duruyorsa anasınıfında giydikleri, önlüklerini getirmelerini rica etmiştim; onlardan da! Kızların pembe, erkeklerin mavi piti kareli kumaştan dikilmiş, önlükleri vardı. Bu okulun seçimi buydu. Bolca önlük de gelmişti, bu ricamdan sonraki günde. Öyle ki önlük sayısı anasınıfımıza gelen öğrenci sayısından, daha çok olunca; ilkokul bölümündeki öğrencilerime dağıtmıştım kalanları. “evde üç- dört yaş civarında kardeşi olanlar; bu önlüklerden birer tane alabilir! Saklarsanız, bir iki yıl içinde O kardeşleriniz için çok güzel, elbise de olabilir bunlar, dediğimde“ Adeta kapışılmıştı! Beş dakikalık küçük bir izdiham sonunda, kimsenin canı yanmadan, önlükler kapanın elinde kalıp, çantalara sokuşturulmuştu!
Tam da o sıralarda köyden bir velimize, “kazı kazandan“ çıkan para konuşuluyordu herkes tarafından. Benim o günkü maaşımın dört katı olan bir paraydı bu! Velimizi okula çay içmeye çağırdım. Oğluna:
Devamı yarın, saygılarımla, hoşça kalın!
http://www.kadriyecosar.blogspot.com

03.04.2010

- Babana selamımı söyle! Öğretmenim diyor ki, çok önemli bir konuyu görüşmemiz için baban; yarın okula çayımızı içmeye gelsin, dedi!
Diye haber gönderdiğim velimiz, hemen ertesi gün geldi. Davetimizde, sağlamaya çalıştığımızın, hangi işimizi çözümlemede, kullanacağımızı tahmin edemese de para isteyeceğimizi, çok iyi bilerek gelmişti okulumuza:
- Sizden çay daveti almak için zengin mi olmak gerekiyor? Demişti çünkü okula gelir gelmez!
- Rica edeceğimiz üç kuruşun, hesabını yapacak adam mısınız siz? Lafı uzatmadan, konuya girelim. Çünkü bizim hiç zamanımız kalmadı, dedim.
O hafta içinde yaptıklarımızı, yapamadıklarımızı özetleyip. Sekiz masa için sekiz top saman kâğıdı; her masadaki çocuklara yetecek bolca kuru ve pastel boya, birkaç top renkli karton, renkli elişi kâğıtları, bolca yapıştırıcı ve küçük elişi makasları almamız gerektiğini söyledim.
- Kaç para tutar? Bu dedikleriniz, Hocam! Ben anlamam! Sizin işinizi görecek miktarı söyleyin, çorbada benim de tuzum olsun, dedi. Sadık Bey:
- Ben sizi derslerden sonra isterseniz ilçeye götürebilirim. Beraber alalım bunları. Daha iyi olmaz mı? Deyince velimiz, plana farklı boyutlar katmaya çalıştı:
- Ben hemen dönmem ama hesaplar benden; bir de “top tepeye“ çıkar ondan sonra döneriz. Özlem Hanıma önceden söyle de; geç kaldınız diye sonradan sana kızmasına, sebep ben olmayayım! Biz gece on ikiden önce dönemeyiz bak! dedi…
Bundan sonraki aşamalar beni ilgilendirmiyordu. “Top tepe“ ilçemizde ailece gidip yemek yenilecek, hoşça vakit geçirilecek, güzel kır restoranlarından, sadece bir tanesiydi. İlçemizde yaşama farklı pencerelerden bakabilmeyi becerebilenler için; buna benzer başka, çok güzel yerler de vardı.
Bu bir haftalık sürede, çözüm getirdiğimiz en önemli aşamalardan biri de bu sınıfın eğitim ve öğretiminden sorumlu birini ayarlamamız, oldu! Bunun içinde İlçemizdeki, Kız Meslek Lisesine gidip; Müdüre Hanım’la görüşmüştüm. Gelişmeleri kendisiyle paylaşıp, Çocuk Gelişimi Bölümündeki öğrencilerinden birini, okulumuzda hazırlamaya çalıştığımız anasınıfında, tam gün staj yapmasını sağlayacak şekilde; bize yardımcı olmasını rica etmiştim! İşin resmiyetini sağlamak için de dilekçemi yazmıştım. Bu bölümün öğrencileri, ilçedeki anasınıflarına, staja gönderiliyordu zaten! Bu sorumluluğu alacak olan öğrenciyi, köye kendi arabamla getirip, götüreceğimi. Her konuda kendisine yardımcı olacağımı da söyleyerek; olayı hızlandırmaya çalışıyordum. Bunun gelişimi de beklentilerim doğrultusunda olmuştu!
Biz o hafta sonunda da okuldaydık. Eksiklerimizi tamamlamanın ötesinde, bu sınıfı hiç eksiksiz, bir haftada hazırlamış olabilmenin de sevincini yaşıyorduk; içten içe…
Bizim, okula geldiğimizi görüp hemen yanımıza gelen; meraklı öğrencilerimize, yaptıracak bir işimiz daha vardı:
- Çocuklar hemen evlerinizden; iki büyük leğen, bir kalıp sabun, birkaç parça eski bez parçası, bir de bir tane hasır getirebilir misiniz, dedim?
Hiçbir şey anlayamayıp, çok da şaşırdıklarını saklayamadan:
- Tamam öğretmenim de; naapcaazz onlarla?
- Önce getirin, sonra zaten ne yapacağımızı göreceksiniz ki! Deyip onlarla aramızdaki bir haftadan beri süre gelen, kelime oyununa devam ettim.
Merak ve heyecan onların yürüyüşüne hız katmıştı sanki istediklerimle birlikte, çok kısa sürede, okula geri gelmelerini sağlamıştı. Bu da benim işime yarıyordu. Hasırı sınıfın hemen önüne serdirdim. Leğenleri suyla doldurup, yanı başımıza bırakmaları için de, elimizde bulunan bütün kovalara su doldurup, getirmelerini istedim. Ne söylesem hemen yapmakla kalmıyor, çok alakasız sorularına devam ediyorlardı. Poşetler dolusu getirdiğim oyuncakların bazısı kırıktı ama sonuçta hepsi kullanılmıştı! Leğenin birindeki suyu sabunla köpürtüp, oyuncakları bu köpüklü suda tek tek yıkamalarını istediğimde; çok sevinçliydiler! Sabunlanan oyuncaklar, duru su bulunan leğene atılıp, durulanıyordu ve hasırın üzerine çıkarılıyordu.
Durulama suyunu sık sık değiştiriyorduk! Hasırın başına oturan birkaç kişi de bunları kurulayarak, bize veriyordu! Biz de onları sınıfımızdaki sepetlere paylaştırıp, her masanın yanına bir sepet oyuncak bırakmaya çalışıyorduk! Masalar beş yaşındaki çocuğun boyuna göre yapılmış; kare şeklindeydi. Bir de bunları biz, pembeye boyayınca, albenisi ikiye katlanmıştı sanki! Boyutundan rahatsız olmasak, bizim bile canımız bu masalarda oturmak istiyordu!
Bu işleri yaparken yanımızda üç erkek, beş de kız öğrenci vardı. Oyuncakların yıkanması ve sınıftaki sepetlerine yerleştirilmesinden sonraki çok masumane isteklerini kırmam, mümkün olamazdı! Çok içten bir şekilde, birbirlerine yıkadığı, duruladığı, kuruttuğu oyuncakları anlatıyorlardı ki! Bana:
- Örtmmenimm! Başka yapılacak işimiz kalmadıysa; bu oyuncaklarla biraz oynayabilir miyiz? dediklerinde:
- Tabii, bizim de işimiz bitesiye kadar, burada olduğumuz sürece istediğiniz kadar oynayabilirsiniz! Ama işimiz bitince sınıfı kilitler de giderim, demiştim. Nasıl da sevinmişlerdi, nasıl da severek oynamışlardı, nasıl da bu kadar oyuncağı bir arada görmüş olmaktan dolayı heyecanlanmışlardı! Çocuk ve oyuncak ikilemi karşısında şaşırmamı anlayamıyor; olabilirsiniz. Bu oyuncakların kırık, dökük olmasına rağmen; anasınıfına gelecek öğrencilerimizi sevindirip, mutlu edeceğini düşünüyordum da!
İlkokul beşinci sınıf öğrencilerimizde de oyuncaklardan dolayı; aynı davranışları görmek! Aynı amaçlı isteklerinin, önümüzdeki haftalarda da devam ede gelmesi ve oynama konusunda bir türlü, belli bir doyuma ulaşamadıklarını görmek! Görmek ve anlamaya çalışmak, anlamak ve bu doyumu, sağlayamamak…
Bana aynı anda sevinç, şaşırma, kahrolma, yeni arayışlarımda kesin çözümlere, ulaşabileceğim hedef noktalarını bulabilmem konusunda, beynimi yoran! Acaba, acaba, acaba, acabalar…
Beni çok üzmüş ve yormuştu…
Devamı haftaya, saygılarımla, hoşça kalın!
http://www.kadriyecosar.blogspot.com

Hiç yorum yok: